31 Ağustos 2008 Pazar

DENİZ YILDIZI

Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır; - Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun? Genç adam yanıtlar;- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.Yazar sorar;- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki? Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatıp, şöyle der; - Onun için fark etti ama...

EFLATUNA SORMUŞLAR

Eflatun'a iki soru sormuşlar.
Birincisi;
"İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir?"
Eflatun tek tek sıralamış:
- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne varki çocukluklarını özlerler...
- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, sonra sağlıklarını geri almak için para öderler...
- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...
- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...
Sıra gelmiş ikinci soruya;
"Peki sen ne öneriyorsun ?"
Bilge yine sıralamış:
- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır...
- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak" değil "en az şeye ihtiyaç duymaktır".

HAYAT İÇİN GEREKLİ BİLGİLER

İyice tanımadan hiçbir insana bağlanma. Bitmemiş ilişkilerin üzerine ilişki kurma, acı çeken sen olursun. İyice soruşturup diğer insanların da haklı olabileceğini düşün. Seni takmayanı sen hiç takma, konuşmayanla asla konuşma., Güvenmediğin biriyle asla flört etme. Yalanını yakaladığın kişinin düzelebileceğini düşünme. İnsanlara doğru değer ver, haketmeyenleri sil. Kimseye yalvarma. Asla dönüp de arkana bakma. Sır tutmasını bil. Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgilini satma. Hakettiğin sevgiyi alamadın mı? Kendini üzme, sorun sen değilsin. Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut. Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama. Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et. Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma. Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme. Eğer verdiğin sır o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme. Dostun olacak insanları bazı kriterlere göre belirle. Kendini öven insanlardan kaç. Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma. Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma. Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorlarsa onların öğütlerini gözardı etme. Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üstüne sıçrar. Kendinin herkesten daha önemli olduğunu unutma. Sen istemediğin sürece tanrı dışında kimsenin seni üzemeyeceğini aklından çıkarma. Gözyaşlarının değerini bil, onları haketmeyenler için harcama. Sana bahşedilen zekayı kullanmayarak tanrıya hakaret etme. Senin zekana inanan insanları hayal kırıklığına uğratma. Kendini sev. Alkol alınca kontrolünü yitirenlerle asla tartışma. Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma. Dostluğunla yitinmeyenler için hiçbir fedakarlık yapma. İnsanları kaybediyorsun diye ağlayıp sızlama, ama kazandığın insanların değerini bil. Kimseye taşıyabileceğinden fazla değer verip bununla övünmesine fırsat vereme. Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanılabilecek hiçbir koz verme. İstediğini almak için asla duygu sömürüsü yapma. Sana duyulan sevgiyi ve güveni istimar etme.

KADERMİ DESEK?

Linda Birtish, tam anlamıyla kendisini başkalarına adamış bir insandı.Olağanüstü bir öğretmendi. Zaman olsa, resmi ve şiiri yeniden yaratırdı.
Ancak, 28 yaşındayken çok şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı. Doktorlar beyninde çok büyük bir tümör olduğunu anladılar. Ameliyat olduğu takdirde yaşama şansı yüzde ikiydi. Bu nedenle, hemen ameliyat olmaktansa, altı ay beklemeyi seçti.
İnanılmaz bir sanat yeteneği olduğunu biliyordu. Bu altı boyunca şiir yazdı ve resim yaptı. Bir tanesi dışında şiirlerinin tümü dergilerde yayımlandı. Bir tanesi dışında bütün resimleri büyük galerilerde sergilendi ve satıldı.
Altı ayın sonunda ameliyat oldu. Ameliyattan önceki gece, kendisini tamamen insanlığa adadı. Vasiyetini yazdı ve ölümü halinde vücudunun tüm organlarını bağışladı. Ne yazık ki, Linda ameliyat sırasında öldü.
Gözleri Maryland, Bethesda'daki bir göz bankasına, oradan da Güney Caroline'daki bir hastaya gitti. 28 yaşında genç bir erkek, Linda sayesinde görmeye başladı.
O genç adam o kadar minnet duydu ki, göz bankasına bir teşekkür mektubu yazdı. O mektup, 30000'den fazla kişiye göz bağışlayan göz bankasına yazılan ikinci teşekkür mektubuydu.
Bu hasta ayrıca kendisine gözlerini bağışlayan Linda'nın anne ve babası ile tanışmak istiyordu.
Gözlerini bağışlayacak kadar kusursuz bir insan yetiştiren bu anne baba'da kusursuz insanlar olmalıydılar.
Kendisine Birtish ailesinin adresi verildi ve bu genç adam onlarla tanışabilmek için Dtanten adasına uçtu.
Gidiş gününü bildirmedi ve bir gün kapılarını çalıverdi.
Kendisini tanıtınca, Bayan Birtish genç adamı kucakladı ve ona "Genç adam, eğer gidecek bir yerin yoksa, eşim ve ben bu hafta sonunu seninle birlikte geçirmek isteriz" dedi.
O hafta sonu onlarla kaldı ve Linda'nın odasına bakarken, Linda'nın hayattayken Eflatun'u okumuş olduğunu gördü. Kendisi de Braille alfabesiyle okumuştu Eflatun'u. Linda, Hegel'i okumuştu. Kendisi de Braille alfabesiyle okumuştu Hegel'i.
Ertesi sabah Bayan Birtish genç adama baktı ve ona, "Biliyor musun, seni daha önce bir yerde gördüğümden eminim, ama nerede gördüğümü bir türlü çıkaramıyorum" dedi.
Birdenbire bir şey anımsadı. Koşarak üst kata çıktı ve Linda'nın en son yaptığı tabloyu çıkarttı. Bu, Linda'nın idealindeki erkeğin resmiydi. Resim, Linda'nın gözlerini bağışladığı genç adamın resmiydi.
Sonra annesi Linda'nın ölüm döşeğinde yazdığı son şiirini okudu genç adama:
"Gecenin karanlığında geçişen iki kalp aşık olur birbirine birbirlerini görmeleri olanaksız olsa da. Seni her özlediğimde bir yıldız çiziyorum belleğime kaç yıldızım oldu bilmiyorum ama kocaman bir gökyüzüm var...

KELEBEK

İyi kalpli yalnız bir adam birgün bir koza bulur. Kozanın içinde küçük bir tırtıl vardır. Adam çok sever bu tırtılı. Onunla tüm yalnızlığını, tüm sevgisini paylaşır. Gel zaman git zaman tırtıl büyür, güzel bir kelebek olur. Adam kelebeğine hayran, bırakamaz onu bir türlü. Aslında kelebeğin aklında dağlar, kırlar, çiçekler vardır da kıyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalnız bırakamaz onu. Üç günlük ömrünü sevildiği ve sevdiği yerde geçirmeye hazırdır.Ama adam bilir ki "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir." Kelebeğine son kez bakar ve onu salıverir özgürlüğüne, kırlarına, çiçeklerine doğru...
Kelebek mutlu olmasına mutludur ama hiçbir meltem, hiçbir çiçek yaprağı adamın avucunun sıcaklığını andırmaz. Aklında adam, o çiçek senin bu çiçek benim dolaşır saatlerce... Adam bir kelebeğe sevdalı, bakıp durur boşluğa. Kelebekse hâlâ konacak sıcak bir avuç aramakta! Böylece kelebek şunu anlar;"Bazen ait olduğumuz yer orasıdır; sıcak bir avuçtur biliriz. Ama o yerin bize ait olma ihtimali bir hiçtir." Böylece adam şunu anlar:
"Hiçbir sevdayı yalnızca sevgiyle yaşatamazsınız." O günden sonra kelebek, adama duyduğu özlemi gömecek bir dağ aramaya başlar. Ama gücü tükenene dek arayıp da bulamayınca anlar ki"Hiçbir dağ bir özlemi gömebileceğimiz kadar büyük değildir."Adamsa artık sevdasını koyar avuçlarına kelebeğinin yerine.
Herkes birşeyler yaşar; iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış. Yaşadıklarından bir çıkarım yaparak hayatına bir yol verir, aynı zamanda düşüncelerine de...
BIRAK SEVGİ SENİ BULSUN!!!

KURŞUN KALEM

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu : "Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı ? " Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi : "Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin." Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. "İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki ! " "Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun." "Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir." "İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar." "Üçüncü özellik : Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir." "Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın." "Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın."

KUM VE TAŞ

Bu hikayede iki arkadaşın çölde yürüdüğünü anlatır. Yolculuğun bir noktasında bir tartışma olur ve biri diğerine tokat atar. Tokadı yiyen canı acır ama bir şey söylemeden kurma şöyle yazar:

“ BU GÜN EN İYİ ARKADAŞIM BENİ TOKATLADI”

Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmak üzereyken arkadaşı kurtarır. Boğulmadan kurtulan, kurtulduktan hemen sonra bir taşa şöyle yazar:

“BU GÜN EN İYİ ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI”

Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar:

“Canını acıttığımda kuma yazdın, neden şimdi taşa ?

Diğeri cevaplar:

“Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin, ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız hiçbir rüzgar silmesin.”

ACILARINIZI KUMA VE İYİLİKLERİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENİN

Özel bir kimseyi bulmak 1 dakika alır, unutmak ise bir ömür.

TAVLA VE SATRANÇ






Pers imparatorunun başveziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir. Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. 4 köşesi 4 mevsimi, tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı, pulların toplamı ayın 30 gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatini simgeler..
Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır.Pers imparatoruna;Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır.İşte hayat budur...Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint Imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer daha sonra da on günde tavlayı icad eder ve imparatora sunar. Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek uzere şöyle bir mesaj hazırlanır.Hint imparatoruna;Evet, Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır.AMA BİRAZ DA ŞANSTIR. İşte hayat budur...

YANKI

Küçük kiz babasi ile ormanda yürüyüs yaparken, ayagg takilip yere düsüyor. Can acisiyla "Ahhh" diye bagirinca ilerideki dagin tepesinden "Ahhh" diye bir ses duyuyor ve küçük kiz , dagin tepesinde baska birinin oldugunu sanip bu kez de "SEN KIMSIN?" diye bagiriyor. Aldigi yanit "SEN KIMSIN" oluyor. Küçük kiz bu yanita iyice sinirlenip "SEN BIR KORKAKSIN, NEDEN SAKLANIYORSUN?" diye haykiriyor. Dagdan gelen ses"SEN BiR KORKAKSIN..." diye cevap veriyor. Sonunda babasina soruyor "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" "DINLE VE ÖGREN" diyor adam, bu kez kendisi daga dogru "SANA HAYRANIM" diye bagiriyor. Gelen cevap "SANA HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bagiriyor, "SEN MUHTESEMSiN" gelen cevap "SEN MUHTESEMSiN. Küçük kiz çok sasiriyor ama halen ne oldugunu anlayamiyor. Adam, küçük kizina hayatin sirrini anlatmaya basliyor. "Buna "YANKI" denir. Ama aslinda bu "YASAM"dir. Yasam daima sana, senin verdiklerini geri verir. Yasam yaptigimiz davranislarin aynasidir. Daha fazla sevgi istedigin zaman daha çok sev. Daha fazla sevkat istediginde, daha sevkatli ol. Saygi istiyorsan insanlara daha çok saygi duy. Insanlarin sabirli olmasini istiyorsan sen de daha sabirli olmayi ögren. Çünkü yasam bir tesadüf degil, yaptiklarimizin aynadan bir yansimasidir. Hayat sana ancak, senin ona verdiklerini geri verir, bunu unutma!

MIRILDANDIKLARIM...

Kırdınmı incittinmi birilerini

Kimleri kazandım yitirdiklerim kimler?

Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?

Yeniden düşünmeliyim

Dostluklarımı, ilişkilerimi

Gözlerim çocukluk fotoğraflarındamı kaldı

Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?

Borçlarımı ödedimmi?

Doğru seçtimmi soruların fiillerini?

Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış ,

Giysilerim ütülü, odam düzenlimi?

Geri verdimmi aldıklarımı:

Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları

Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedimmi?

Yokladımmı duygularımı

Hala sevebiliyormuyum insanları?

Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma

Ovmalı umutları

Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
'İçtenliğin' ya da 'dünya görüşünün' kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hâlâ bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde
Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz
Sadece rüzgârlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız

Serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim

Senin ve benim , yani bizim için...

AZMİN ZAFERİ(ÇİN BAMBU AĞACI)


Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışınafiliz vermez.Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumusulanır ve gübrelenir.Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devamederler.Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur :Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydiağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik ?...
Bir başarının şartları her zaman çok basittir.Bir süre için çalışın, Bir süre tahammül edin.Her zaman inanın Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

SEVGİNİN GÜCÜ

Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadınınotobüse binişini içten gelen bir sempati ile izlediler... Basamakları geçti.Boş olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu... Çantasınıkucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldırgörmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık birdünyanın içine düşmüştü.Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark idi.. Mark hava kuvvetlerindesubaydı. Susan'ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Markkarısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen fark etmişti. Ona yeniden güçkazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardımetmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseyebağımlı olmadan yaşayabilmeliydi.Sonunda Susan'ı işine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasılgidecekti?.. . Genelde otobüsle giderdi. Ama şimdi koca kenti bir uçtanötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile işebırakmayı önerdi. Kendi işi tam aksi yönde olduğu halde..İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da, "Görmüyorum, artıkhiçbir işe yaramam" diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Amabir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farkketti. Başkasına bağımlıyaşamanın Susan'ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendibaşına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan,o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi? .."Otobüs" lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı.. "Nasılyaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereyegittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başındanatmaya çalışıyorsun.."Duydukları Mark'ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağınıbiliyordu.."Her sabah ve akşam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğutek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu.."Tam iki hafta Mark, Susan'ın otobüsünün arkasından gitti.. İki haftaboyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı.Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona neredeolduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi.Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona öndebir yer bile ayırırdı. Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazırolduğunu hissetti. Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçicieskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluyduSusan'ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati,desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yenidenhayata dönmüştü.."Allahaısmarladı k" dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa tersyönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçtiSusan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu..Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyorduişte.. Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisininkarşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre..- "Sizi kıskanıyorum bayan" dedi, şoför..Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıptaedilecek nesi olabilirdi ki?..- "Neyimi kıskanıyorsunuz benim" diye sordu şoföre..- "Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoşbir duygu olmalı bayan" dedi şoför..- "Nasıl yani" dedi, Susan..- "Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay köşede duruyor ve sizotobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinizegirene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elinisallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan.."Mutluluk göz yaşları Susan'ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birdenhatırladı.. Mark'ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem deöyle kuvvetli hissediyordu ki.. Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle birarmağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanınvarlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. *Sevginin aydınlatmayacağıhiçbir karanlık yoktu çünkü...

YARINDAN BİR ŞEYLER BEKLEMEK

Önce, evlendigimizde hayatin daha iyi olacagina inandiririz kendimizi.Evlendikten sonra, bir çocugumuz dogduktan, hatta ardindan bir tane dahaolduktan sonra hayatin daha iyi olacagina inandiririz. Sonra, çocuklaryeterince büyük olmadiklari için kizar, onlar büyüyünce daha mutluolacagimiza inaniriz. Bundan sonra, ergenlik dönemlerinde çocuklarlaugrasmamiz gerektigi için öfkeleniriz.Kendimize, çocuklarimiz bu dönemden çikinca daha mutlu olacagimizi,yasantimizin yeni bir araba alinca, güzel bir tatile çikinca, emekliolunca dört dörtlük olacagini söyleriz.Gerçek ise, mutlu olmak için su andan daha iyi bir zaman olmadigidir. Egersimdi degil ise ne zaman?. Hayatiniz her zaman mücadelelerle doluolacaktir. En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya kararvermektir.En sevdigim sözlerden biri Alfred Souza'ye aittir. Der ki:"Uzun bir zamandan beri hayatin-gerçek hayatin-baslamak üzere olduguizlenimine kapilmistim. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel,öncelikle erisilmesi gereken birsey, bitmemis bir is, hala hizmet edilecekzaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat baslayacakti. Sonunda anladimki, bu engeller benim hayatimdi."Bu görüs acisi, mutluluga giden bir yol olmadigini görmemi sagladi.Mutluluk yoldur, öyleyse sahip oldugunuz her anin kiymetini bilin vemutlulugu özel biriyle paylastiginiz (vaktinizi beraber harcayacak kadarözel) için ona daha fazla deger verin. Unutmayin, zaman hiç kimse içinbeklemez. Öyleyse okulu bitirene kadar, tekrar okula gidene kadar, 10 kilokaybettiginizde veya kazanana kadar, çocuklariniz olana kadar,çocuklariniz evden ayrilana kadar, ise baslayana kadar, emekli olanakadar, evlenene kadar, bosanana kadar, cuma gecesine kadar, pazar sabahinakadar, yeni bir araba veya ev alana kadar, arabanizin veya evinizin borcuödenene kadar, ilkbahara kadar, yaza kadar, sonbahara kadar, kisa kadar,ayin birine veya onbesine kadar, sarkiniz söylenene kadar, içki içinceyekadar, ayilana kadar, ölene kadar MUTLU olmak için içinde bulundugunuzandan daha iyi bir zaman olduguna karar vermek için beklemekten vazgeçin.MUTLULUK yaris degil, bir yolculuktur.PARAYA IHTIYACINIZ YOKMUs GIBI ÇALISIN. DAHA ÖNCE HIÇ INCINMEMIS GIBISEVIN. VE SEYREDEN HİÇ KİMSE YOKMUS GIBI DANS EDIN.

BİR MEKTUP

Nebraska'da yasli bir adam yasardi. Patates ekini icin bahceyi bellemesigerekiyordu, lakin bu cok zor bir isti. Tek oglu olan David ona yardimedebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yasli adam ogluna bir mektup yazdi ve derdini anlattı.
Sevgili David,
Patates bahcemi belleyemeyecegimden kendimi cok kotu hissediyorum.Bahceyi kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butunderdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kac gun sonra oglundan bir mektup aldi
Babacigim,
Tanrı askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri gommustum.
Sevgiler David
Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis cikageldi ve tum sahayikazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur dileyerekgittiler. Ayni gun yasli adam oglundan bir mektup daha aldi.
Babacigim,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabilecegimin en iyisiniyaptim.
Sevgiler David...

TUTACAK BİR ELİN OLSUN

Bir yaz günü plajda oturuyor kumlarla oynayan iki çocuğu seyrediyordum...Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı...Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu...Herşey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulboğulmalarını bekliyordum...Ama çocuklar beni şaşırttı...Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler...Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini farkettim...Hayatınızdaki herşey yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarfettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmşlardır...Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir...Er ya da geç bir dalga gelip kurmak çin yoğun çaba sarfettiğimiz çalışmaları anında yıkabilir...Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...

YAŞAMI UNUTMA

"... Asla yaşamınızı ve işinizi birbirine karıştırmayın. Size bunu söylemek zorundayım. İkincisi ilkinin yalnızca bir parçası. Paul Tsongas, kanser olduğunu öğrendikten sonra yeniden seçime girme kararı aldığında bir arkadaşımın ona yazdığı şu sözleri her zaman hatırlayın: - Hiç kimse ölüm döşeğinde keşke büromda daha fazla zaman geçirseydim demez...
Evet işi (hele de seviyorsa) insanın hayatının ve kişiliğinin bir parçasıdır... Ama işin dışında da bir yaşam vardır. Aslolan odur.John Lennon’un öldürülmeden az önce yazdığı sözlerle: - Yaşam, sen başka planlar yaparken olan şeydir....
Ev hayatının, aile ilişkilerinin, arkadaşlarla dostlukların önemli olduğunu kaydeden yazar diyor ki: - Eğer hayatımdaki bu "diğer şeyler" doğru olmasaydı mesleğimde çürümüş, hatta sıradan olabilirdim. Eğer yaptığın iş seni bütünüyle yansıtmıyorsa o zaman gerçekten en iyisi olamazsın...
Bu nedenle yazarın insanlara tavsiyesi şudur: - Bir yaşam edinin... Tuzlu suyun hafif bir rüzgarla kumsala vuran kokusunu fark edebileceğiniz,kızıl kuyruklu şahinin göl üzerinde daireler çizerek uçuşunu ve çam ağaçlarının üzerine konuşunu durup izleyebileceğiniz bir yaşam edinin...Yalnız olmadığınız bir yaşam edinin... Sevdiğiniz ve sizi seven insanlar bulun ve asla unutmayın: Sevgi bir lüks değildir, sevgi bir iştir...
Yaşamın iyiliğine o kadar özen gösterin ki onu çevrenize yaymak için istek duyun...
Sonsöz, G. Brooks’un şu şiiri: "Tükenmek üzere şu kısacık an Yakında yok olacak Ve ister altından yapılmış İsterse acıyla yüklü olsun Bir kez daha aynı kılıkla Karşına çıkmayacak..."

HAYATIMI YENİDEN YAŞAYABİLSEYİDİM...

Emma Bombeck, Avustralya’da kanserden öldü. Ölümünden hemen önce şunları yazdı: “Hayatımı yeniden yaşayabilseydim; Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım. Daha az konuşur; daha çok dinlerdim. Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; şömineyi yakmak isteyen biri olduğunda, ona engel olmaz; yerler leke olacak diye korkmazdım. Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım. Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım. Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim. Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum. TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim. Ömür boyu garantilidir denen hiçbir şeyi satın almazdım. Hamileliğimin bir an önce sona erip doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Bu o kadar nadir bir olay ki… Mucize gibi birşey… Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla ‘Önce git, ellerini yüzünü yıka’ demezdim. Onlara, daha çok ‘Seni seviyorum’, ondan da çok ‘Özür dilerim’ derdim. Başka bir hayat verilseydi, en çok yapacağım şey, her dakikasını değerlendirmek olurdu. Dikkatle bak. Gerçekten gör. Yaşa. Vazgeçme. Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç. Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı, beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin. Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor. Umarım, her gününüzü değerlendirirsiniz.”

BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ


Çogu insan eksik düsündügü yönlerini göstermek istemez. Eksikliklerini herkesten saklamanin daha büyük bir eksiklik oldugunu anlamaz. Asagidaki hikayeyi okudugunuzda bir eksikligin üstünlüge nasil dönüstügünü göreceksiniz.
"9 yasindaki bir Japon çocugun en büyük hayali, günün birinde çok iyi bir judocu olmaktir. Fakat talihsiz bir trafik kazasi sonucu sol kolunu tamamiyle kaybeder. Hem çocuk, hem de ailesi yikilir. Ailesi sirf çocuk oyalansin diye, Japonlarin en ünlü hocalarindan birini tutar.
Hoca kollari sivar, çocuga tek kolla yapabilecegi yegane firlatma hareketini ögretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalisirlar. Bir müddet sonra çocuk, hareketi gayet iyi ve hizli bir sekilde yapmaya baslar, fakat hocasi çocuga her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler ögrenmek istedikçe hocasi bu hareketi dünyada en hizli yapan kisi olana dek çalismasini ve baska hareket ögretmeyecegini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yildirim hiziyla yapmaya alisir. Bunun üzerine hoca çocuga artik bir turnuvaya katilma zamaninin geldigini söyler. Olacak sey degildir. Tek kollu bir judocu, tek hareketle turnuvaya katilacak. Çocuk itiraz ettikçe hocasi "Evlat, sen ögrendigin hareketi yap, gerisini merak etme diye ögütte bulunur.
1.tur, 2.tur derken çocuk turlari gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocugun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocasi yine sakindir, "evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter" der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hizi ile uygular, rakip kalktikça ayni hareketi yineler. Inanilir gibi degildir, çocuk tek kolla, tek hareket sayesinde sampiyon olmustur.
Çocuk dayanamaz ve hocasina sorar "hocam inanamiyorum ben nasil sampiyon oldum?" der. Hocasi yine sakin ifade ile söyle cevaplar: "Bu zaferin iki sirri var oglum. Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. Ikincisi, bu harekete karsi tek bir savunma vardir. O da hareketi yapanin sol kolunu tutmak!..."

BEKLEMEYİN...




· Nazik olmak için bir gülümseme beklemeyin...


· Sevmek için sevilmeyi beklemeyin...


· Bir arkadaşın değerini anlamak için, yalnız kalmayı beklemeyin...


· Çalışmaya başlamak için en iyi işi beklemeyin...


· Biraz paylaşmak için çok olmasını beklemeyin...






· Öğütleri hatırlamak için, düşmeyi beklemeyin...


· Dua ’ya inanmak için acıları beklemeyin...


· Yardım edebilmek için zamanınız olmasını beklemeyin...


· Özür dilemek için diğerinin acı çekmesini beklemeyin...






· … ne de barışmak için ayrılığı Beklemeyin...

POLYANNA'NIN MUTLULUK SIRLARI


Evimi bir parti sonrası temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam, bir çok arkadaşım var demektir.

Faturalarımı ödeyebiliyorsam, bir işim var demektir.

Pantolonum biraz sıkıyorsa, aç kalmıyorum demektir.

Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığını görüyorum demektir

Otobüsten indiğim yerden işyerime yolu uzun buluyorsam,
yürüyebiliyorum demektir.

Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyor ve bu eleştirileri
başkalarından da duyuyorsam, konuşma özgürlüğümüz var demektir.

Otobüs beklerken yanımdaki adam anahtarları ile oynuyor ve ben bu sesten rahatsız oluyorsam, duyuyorum demektir.

Camları silmem , çatıyı onarmam gerekiyorsa bir evim var demektir

Doğal gaz faturam yüklü geliyorsa, ısınıyorum demektir.

Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırlarım varsa, yığınla giyeceğim var demektir.

Çalar saatim sabahın köründe çalıyorsa yaşıyorum demektir

Aksamları kendimi yorgun hissediyor ve bacaklarım ağrıyorsa , O gün üretici olmuşum demektir.

VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABİLİYORSAM MUTLUYUM DEMEKTİR

Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için, onlara göre bir ruhumuz olması gerekir;
yoksa onlarda, kendi çamurumuzu görürüz.
Doğru bir kürek suda eğri görünür.
Önemli olan, bir şeyin görülmesi değil, nasıl görüldüğünün bilinmesidir.

Mutluluk sorunsuz bir yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneği demektir.

Hayatı yenecek kadar güçlü, hayattan beklentilerini alacak kadar umutlu, umudunu yitirmeyecek kadar inançlı, mutlu ve sevgi dolu günler sizlerin olsun...

Alıntıdır

ANNESİZ BİR GÜNE UYANMAK


Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı. Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail'in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla... Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''Bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. "Yaşlı amca!'' dedi. "Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.'' Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım. Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu. Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı. İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti. Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!'' Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''İnşallah!'' dediler. Beraber, yoğun bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat on buçukta yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk. Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse..'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça... Saatler on buçuğu gösterdiğinde, yoğun bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti. Günlerdir hastanede uykusuz, sağa sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin ''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu. Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir-i İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki? Aynı gün, ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım. Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...


ATİLLA DURSUN

29 Ağustos 2008 Cuma

AFFET BENİ BABACIĞIM







Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.

3 ANLAMLI HİKAYE


Dünyanın Yüzü

Hastalıktan ötürü gözleri kapanmış bir adam, halk şairi Seyrani' ye;-Bende dünyayı görecek göz mü kaldı, diye şikayette bulununca, söz eri Seyrani:-Hiç üzülme dostum, demiş.Zaten dünyada bakılacak surat kalmadı.

Çanakkale İçinde

İngiliz garson, Türk müşteriye:-Çanakkale' de çok askerimizi öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyiz, deyince bizimkinden gayet soğukkanlı bir şekilde şu cevabı almış:-Orada ne işiniz vardı?!!!

Ölüler Çiçek Koklamaz

Amerikalı iş adamı, bir Çinli'ye alay ederek sormuş:-Ölüleriniz, mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ne zaman yiyecekler?Çinli başını kaldırmadan cevap vermiş:-Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN


Yillar sonra cocuk evlenmis, coluk cocuk sahibi olmus.Birgun, gecenin bir yarisi saat 3:30 civarlari telefonucalmis.Telefondaki ses, yumusak, sevecen tonuyla annesininsesiymis.
Cocuk;
- Ne var Anne, ne istiyorsun, neden bu saatte benirahatsiz ediyorsun?Sabah arasan olmaz miydi gibilerinden, annesini azarlayicisozler sarfetmis.
Annesi, biraz buruk, biraz da aglamakli bir ses tonu ile;
- Bundan 25 yil once boyle bir gece yarisi 3:30 da, senbeni daha cokrahatsiz etmistin. ve o zaman ben sevincten agl?yordum..
"DOGUM GUNUN KUTLU OLSUN, OGLUM "demis...

BEN ONUN KİM OLDUĞUNU BİLİYORUM




Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.Yaşlı bey huzursuzlanmış; "acelesi olduğunu, röntgen istemediğini" söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. "Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş. "Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz" deyince. Yaşlı adam üzgün bir ifade ile "Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor" demiş. Hemşireler hayretle "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sormuşlar. Adam buruk bir sesle

BENİ NASIL GÖRDÜN?


Zamanın birinde alim zatlardan biri bir nehir kenarında namaza durmuş..Mecnun tam o sırada sözde alim zatın önünden geçmiş..adam öfkeyle namazını bozarak 'bre melun görmezmisin ki namaza duruyorum,ne diye önümden geçersin?'der. mecnunun cevabıysa ilginçtir..'BEN LeYLANIN AŞKIYLA SENİN NAMAZ KILDIĞINI GÖRMEZKEN SEN MEVLANIN AŞKIYLA BENİ NASIL GÖRDÜN...?'
__________________


MARANGOZ

Yaşlı bir marangozun emeklilik zamanı gelmişti. Patronu olan mutahhide, artık işten ayrılmak istediğinden bahsetti. Mutahaid bu iyi adamın ayrılmasına çok üzüldü. Ve ondan son bir ev daha inşa ettikten sonra işi bırakmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe başladı ama çok isteksizdi. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzemeler kullandı. Evi bitirdikten sonra eve bakmaya gelen patronu dış kapının anahtarını marangoza uzattı. Ve “Artık bu ev senin” dedi. “sana benden hediye”
Marangoz öylesine şaşırmış ve utanmıştı ki…. İçinden, “keşke yaptığım evin kendi evim olduğunu bilseydim! Diye geçiriyordu. “Hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiş biri. Bu günkü davranış ve seçimlerimiz yarın yaşayacağımız evi kurar.

8 Ağustos 2008 Cuma

HİÇ BİR ZAMAN GEÇ KALMIŞ SAYILMAZSINIZ

Yıllar önce katıldığım bir iletişim kursu sırasında başıma çok değişik bir şey geldi. Öğretmenimiz bizden geçmişte başımızdan geçen ve bize utanç veren, suçluluk ya da pişmanlık duymamıza yol açan her şeyi bir liste haline getirmemizi istedi. ertesi hafta ilk derste de her birimizin listemizdekileri sınıf arkadaşlarımıza yüksek sesle okumamızı istedi. bu, önce hepimize biraz zor geldi, ama bu tür gruplarda başı çekecek bir cesur her zaman bulunur, bilirsiniz. Sınıf arkadaşlarım listelerini okurlarken, benim listem giderek uzuyordu. Üç hafta sonra listemdeki maddelerin sayısı 101'i bulmuştu. Öğretmenimiz daha sonra, hatalarımızı düzeltmemiz, hata yaptığımız insanlardan özür dilememiz ya da hatalı davranmamamızı sağlamak amacıyla, bazı eylem planları yapmamızı ve bunun için de birtakım yollar bulmamızı önerdi bizlere. Listemdeki o kadar insanı yaşamımdan çıkardıktan sonra bunun benim iletişim kurma becerime nasıl yardımcı olacağını merak etmeye başlamıştım.
Bir hafta sonra yanımda oturan bir adam elini kaldırıp, şu öyküyü anlatmaya başladı:"Listemi hazırlarken lise yıllarımda başımdan geçen bir olay aklıma geldi. Ben Lowa eyaletinin küçük bir kasabasında büyüdüm. Kasabanın çocuklar tarafından hiç sevilmeyen bir şerifi vardı. Bir gece iki arkadaşımla birlikte Şerif Brown'a bir oyun oynamaya karar verdik. Birkaç şişe bira içtikten sonra, bir kutu kırmızı boya bulduk ve kasabanın orta yerindeki su tankının üzerine tırmandık. Tankın üzerine kıpkırmızı boyayla Şerif Browna hakaret dolu yazılar yazdık..Ertesi gün, kasaba halkı gözlerini açtığında tankın üzerindeki yazıları okudu. İki saat içinde, Şerif yazıyı yazanların ben ve iki arkadaşım olduğunu öğrenmiş ve bizi ofisine çağırmıştı. Arkadaşlarım yazıyı kendilerinin yazdıklarını itiraf ettiler, ama ben aralarında olmadığımı dile getirip, yalan söyledim. Hiç kimse de benim de onlarla birlikte olduğumu hiçbir zaman öğrenemedi.
"Yaklaşık 20 yıl sonra, Şerif Brown'ın adı bu listeye girdi. Onun hayatta olup olmadığını bile bilmiyordum. Geçen hafta sonu Lowa Bilgi işlem merkezine telefon ettim. Kasaba halkının listesinde Roger Brown adında biri hala vardı. Telefon numarasını çevirdim. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı ve karşıdaki erkek "Alo" dedi. "Ben Jimmy Calkin.Benim yaptığımı bilmenizi istiyorum" dedim. Bir an bir sessizlik oldu. "Biliyordum" dedi. İkimiz de gülmeye başladık ve aramızda çok hoş bir sohbet geçti. Şerif konuşmasını şöyle tamamladı: "Jimmy, senin için hep üzüldüm, biliyormusun. Çünkü arkadaşların yaptıklarını itiraf ederek rahatladılar, ama sen bu yükü onca yıl hep sırtında taşıdın. Beni aradığın için sana teşekkür etmek istiyorum...senin adına."
Jimmy listemdeki 101 maddeyi temizlememde bana esin kaynağı oldu. Bu iş yaklaşık iki yılımı aldı, ama benim için bir sıçrama tahtası ve kariyerimde anlaşmazlıkları çözen bir insan olmamda bana esin kaynağı oldu. Ortaya çıkan anlaşmazlık, kriz ya da durum ne denli güç olursa olsun, geçmişteki hataları düzeltmek ve sorunlara bir çözüm olmak için hiçbir zaman geç kalmış sayılmazsınız

BEŞ MAYMUN

Kafese beş maymun koyarlar. Ortaya da bir merdiven konur ve tepesine de bir iple bir kangal muz asılır. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerlerine soğuk su sıkılır.Her bir maymun aynı dememeyi yapar, buz gibi soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara doğru hareketleneni diğer maymunlar engellemeye başlar.Su kapatılıp maymunlardan biri dışarı alınır. Yerine yeni bir maymun konulur. İlk yaptığı iş, koşup muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur.Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu bir de döverler.Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir.Ve o da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu maymunu en şiddetli ve istekli döven de biraz önce diğerleri tarafından engellenen ve ilk dayağı yiyen birinci yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. Bu da ilk atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur ama en iştahlı dövenler de onlardır.Sonra en baştaki ıslanan maymunların dördüncü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir, yeni gelen maymunların akıbeti de diğerlerinden farklı olmaz. Ama tepelerinde o bir kangal muz hala asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır.Kraldan çok kralcı olmak bu olsa gerek. İşte toplumsal şartlanmaya ve negatif öğrenmeye güzel bir örnek ne dersiniz.

AFFETMENİN HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. VAllahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

KÜÇÜK ZENCİ ÇOCUK

Küçük bir zenci çocuk şehrin lunaparkında dolaşırken bir satıcının elindeki balonları seyre dalmıştı. Her renkten ve her biçimden balonlar ışıl ışıl parlıyordu. Derken, birdenbire kırmızı bir balon kazara bağlandığı yerden kurtularak havada uçtu, uçtu, uçtu ve nihayet aşağıdan seçilmeyecek kadar yükseldikten sonra gözden kayboldu. Bu manzarayı seyretmek için öyle bir insan kalabalığı toplanmıştı ki, satıcı bir tane daha bırakmanın iyi bir reklâm olacağını düşünerek havaya parlak sarı renkte bir balon daha bıraktı. Arkasından bir tanede beyazını çözdü. Küçük zenci olduğu yerden büyük bir hayranlık içinde ardı ardına uçan rengârenk seyrettikten sonra : "Baloncu amca" dedi. Acaba bir tanede siyah renkte balon bıraksanız, ötekiler kadar yükselir mi? Baloncu adam, anlayışlı bir bakışla çocuğa tebessüm ederek,siyah renkli bir balon çözdü.Parmaklarını gevşetip onu da boşluğa bırakırken: "Yavrum" dedi, "bizi yükselten dışımızdaki renk değil, içimizdeki cevherdir."

HŞŞŞT O BENEKLER AĞAÇLARDA SAKLANAN KUŞLARIN GÖZLERİ

LÜTFEN TAMAMINI OKUYALIM ARKADAŞLAR SİZDENDE BEKLİYORUM BÖYLE HİKAYELER... Bazen insanları hafife almak için "Çocuk gibisin,Çocuk gibi davranıyorsun" denir ya.Bu hikayeden sonra çocuk gözüyle bakmanın basit olmadığını anlıyor insan.Babası İspanya"nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın.Fırsat bulduğu her haftasonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapisaneye giderdi.Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı.Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...Çok üzülmüştü küçük kız...Babasına söyledi bunu,o da "üzülme kızım,yine çizersin;bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi.Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü.bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.Babası keyifle resme baktı ve sordu:"Hmmm!Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?Küçük kız babasına eğilerek,sessizce:"Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!....."

BİR KUTU DOLUSU YAŞAM GÖNDERİYORUM SANA

Bir kutu dolusu yaşam gönderiyorum sana,sadece bir kurdeleyle süslenmiş.Çöz kurdeleyi ve kaldır yavaşça kutunun kapağını....
Kocaman bir fırça ve bin renk koydum kutuya bir cennet resmi yapıp içine gir diye...
Düşler serpiştirdim gizlice, düş kurmayı unutma diye...
Bir tanede elma şekeri yerleştirdim,içindeki çocuğu yeniden tadabil diye...
Güneşin batışını,billur suyun sesini,kırmızı gelinciklerin saflığını,taze ekmeğin kokusunu ve bir gülümsemenin sıcaklığınıda sığdırdım,ruhlarımız aç kalmasın diye...
Kutuya birazda sevecenlik koydum,güçlü ol diye,çünkü acımasız olanlar güçsüzdür...
Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu kutuya,barışı ve özgürlüğü sunmak için...,
bir buket sevgi,bir yudum aşk ve yarım bir elma koymadan edemedim,paylaşmayı anımsayalım diye...
Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim,hemen şimdi bunu yapalım diye...
İçtenliği,umudu,neşeyibağışlayıcılığı,özgüveni ve açık yürkliliği unutmadım,''ben''in dışına çıkıp bize ulaşabilelim diye...
Son olarakta bir kart iliştirdim kutuya bak bu kartta neler yazıyor. Bu kutunun kapağını her kaldırışında yaşamla ilgili yepyeni şeyler keşfedeceksin.
Yaşamak için yarını bekleme, al yaşamı kollarının arasına ve sımsıkı sarıl.Yaşamdan yalnızca almak yerine ona bir şeyler ver.Kısacası bütünüyle ''insan'' ol.Unutma! yaşam dokuması henüz tamamlanmamış, olağanüstü güzellikte bir duvar halısıdır.Ve sana ait olan boşluğu yalnız sen doldurabilirsin.Kimseyi kırmamak ve üzmemek şartıyla istediğin her şeyi dene.




BİR GÜN SONSUZLUĞUN BULUTLARINA OTURDUĞUN ZAMAN NE AKLIN KALSIN NE DE KIRIK BİR YÜREK.

7 Ağustos 2008 Perşembe

TANRIM SENİN RIZKINLA ORUCUMU AÇIYORUM, HAMD OLSUN VERDİĞİN NİMETLERE...

Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş. "Evrim ne güzellikler yaratıyor!" diye düşünüp mest oluyormuş. Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamiş.Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışta ayının daha yaklaşmış olduğunu farkediyormuş.Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış.Tam vurmaya hazırlanırken adam; -"TANRIM!..." diye bağırmış.Bir anda zaman durmuş, ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş. Bir anda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık hüzmesi adamın üzerine parlamiş. Çok derinden gelen ilahi bir ses adama: -"Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?" demiş.Adam utanç içinde: -"Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık olur ama belki AYIYI dindar yapabilirsiniz." demiş.Ses:-"Peki." diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş.Nehir tekrar akmaya baslamis. Herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, iki pençesini de göğe doğru çevirmiş, ve konuşmaya başlamiş:-"Tanrım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamdolsun verdiğin nimetlere."

BUNDADA BİR HAYIR VAR




Bir zamanlar Afrika daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan iitbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: -Bunda da bir hayır var! Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: -Bunda da bir hayır var! Kral acı ve öfkeyle bağırdı: -Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyünz meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. -Haklıymışsın! dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi. -Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var. -Ne diyorsun Allah aşkına?diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir? -Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene.

700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT

Aşağıda Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli."Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin...Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çölleredönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.Üç kişiye acı:* Cahiller arasındaki alime,* Zenginken fakir düşene,* Hatırlı iken itibarını kaybedene.Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.Haklı olduğunda mücadeleden korkma."Bilesin ki atın iyisine DORU,""Yiğidin iyisine DELİ derler."

GERÇEK SEVGİ(İBRETLİK HİKAYE)


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzunboylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarakiçirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlarsofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse,o aç kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür dedoyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu daunutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

İNSANLIK DERSİ(GERÇEK HİKAYE)

Ünlü İtalyan sinema sanatçısı Vittorio de Sica bir TVröportajında anlatıyor :İtalya' da Napoli' nin kenar mahallelerinden birinde,bir Cafe-Bar da, espressolarimizi içiyoruz.İçeri girenmüşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso"(iki kahve, biri askıda) diyor, iki kahve parasıveriyor, bir kahve içip gidiyor, barmen de tezgahınüzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıtasıyor.Biraz sonra iki kişi içeri giriyor: "due caffee e unsospeso" (iki kahveve bir askıda) diyorlar, üç kahve parası verip, ikikahve içip gidiyorlar,barmen gene bir küçük kağıt daha asıyor tezgahınüstündeki çiviye...Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyor.Derken üstü başı biraz eski, püskü, belli ki fakir biribardan içerigirdi, barmene "un caffee sospeso" (askıdan bir kahve)dedi, ve barmenin hazırladığı kahveyi içip, paraödemeden çıkıp gitti. Barmen de tezgahın üzerineasmış olduğu kağıtlardan bir tanesini aşağı indiriverdi...

BİLL GATES

Bill Gates Microsoftsun bir seminerinde bilgisayarsektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir benzetme yapmış."Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayarsektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu atmamız mümkün olacaktı"
Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış."Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarıışıkları yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIRyazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı"

BİR KÜÇÜK TEBESSÜM

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazındanaşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabahakadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmaküzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir TEBESSÜMSÜN sonucuydu.

BERBER MEHMET

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler. İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.Sonuç:Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan OsmanEfendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde- geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar. Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberiBerber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıldönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalarkoklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar BerberMehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

İŞTE DOSTLUK BUDUR...

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve: - Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.. Delirdin mi? der gibi baktı teğmen... - Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatini da tehlikeye atma sakın.. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi.. "Git o zaman.." İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşınan arkadaşına döndü: - Sana değmez, hayatini tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş.. - Değdi teğmenim. dedi asker.. - Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?.. - Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin.. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: - Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum..

BEŞ ÖNEMLİ DERS

'' Birinci önemli ders...
"Size hizmet edenleri hephatırlayın..Bir pastanın uc otuz paraya satıldığı günlerde 10yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu.. Çocuksordu: "Cukulatali pasta kaç para?..""50 cent!.."Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir dahasordu:"Peki dondurma ne kadar..""35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki.. Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi.Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaslar temizleyecekti. Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 centlik bahşiş duruyordu..
İkinci önemli ders..
Onemli olan vermektir..Yillar once hastanede calisirken, agir hasta birkiz getirdiler. Tek yasam sansi bes yasindaki kardesinden acil kan nakliidi. Kucuk oglan ayni hastaliktan mucizevi sekilde kurtulmus ve kaninda ohastaligin mikroplarini yok eden bagisiklik olusmustu. Doktor durumu besyasindaki oglana anlatti ve ablasina kan verip vermeyecegini sordu. Kucuk cocukbir an duraksadi. Sonra derin bir nefes aldi ve"Eger kurtulacaksa, veririm kanimi" dedi.Kan nakli ilerlerken, ablasinin gozlerinin icinebakiyor ve gulumsuyor-du. Kizin yanaklarina yeniden renk gelmeye baslamisti,ama kucuk cocugun yuzu de giderek soluyordu.. Gulumsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu:"Hemen mi olecegim?.."Kucuk doktoru yanlis anlamis, ablasina vucudundaki butun kani verip, olecegini sanmisti.
Üçüncü önemli ders..
Yağmurda otostop!..
Bir gece vakit gece yarısına doğru Alabamaotoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağanyağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. Gecen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60 li yıllarda birbeyazın bir zenciye hem de Alabama da yardıma kalkışması pek olağanşeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Birtaksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi.Verdim. Bir hafta sonra kapım calindi. Muazzam bir konsol televizyon indiriyorduadamlar. Bir de not ekliydi, armağanda.."Gecen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunçyağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti.Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının bas ucuna zamanındaulaşmayı başardım.Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana yardim eden sizi vebaşkalarına karşılık beklemeksizin yardim eden herkesi kutsasın!.. En iyi dileklerimle, Bayan Nat King Cole.
"Dördüncü önemli ders..
Yolumuzdaki engeller..Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmus, kendisi de pencereye oturmustu. Bakalim neler olacakti?.Ulkenin en zengin tuccarlari, en guclu kervancilari, saray gorevlileri birer birer geldiler, sabahtan oglene kadar. Hepsi kayanin etrafindan dolasip saraya girdiler. Pek cogu krali yuksek sesle elestirdi. Halkindan bu kadar vergi aliyor, ama yollari temiz tutamiyordu. Sonunda bir koylu cikageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.Sirtindaki kufeyi yere indirdi, iki eli ile kayayasarildi ve ikina sikina itmeye basladi. Sonunda kan ter icindekaldi ama, kayayi da yolun kenarina cekti. Tam kufesini yeniden sirtina almakuzereydi ki, kayanin eski yerinde bir kesenin durdugunu gordu Acti. Kese altin doluydu. Bir de kralin notu vardi icinde.. "Bu altinlar kayayi yoldan ceken kisiye aittir" diyordu kral.Koylu, bugun dahi pek cogumuzun farkinda olmadigi bir ders almisti. "Her engel, yasam kosullarinizi daha iyilestirecek bir firsattir..
Beşinci önemli ders...
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularınıdağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:"Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adi nedir?.."Bu herhalde bir çeşit saka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her güngörüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.50 lerinde falan olmalıydı.Ama adini nerden bilecektim ki!.. Son soruyuyanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Sure biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu."Tabii dahil" dedi, hocamız.. "İş yaşamınız boyunca insanlarlakarşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar.Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakkeden insanlar bunlar.Onlara sadece gülümsemeniz ve`Merhaba demeniz gerekse bile.."Bu dersi hayatim boyunca unutmadım. O hademenin adini da.. Dorothy idi.''
__________________

KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına. Havaalanındaki dükkândan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp buldu kendisine oturacak bir yer. Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de yanında oturan adamın olabildiğince cüretkâr bir şekilde aralarında duran paketten birer birer kurabiye aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de. Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken, gözü saatteydi, kurabiye hırsızı yavaş yavaş tüketirken kurabiyelerini. Kulağı saatin tik taklarındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik taklar sinirlenmesini. Düşünüyordu kendi kendine, kibar bir insan olmasaydım, morartırdım şu adamın gözlerini! Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca, bakalım şimdi ne yapacak? dedi kendi kendine. Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye. Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına. Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve Aman Tanrım, ne cüretkâr ve ne kaba bir adam, üstelik bir teşekkür bile etmiyor! Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında, uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla. Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına, dönüp bakmadı bile kurabiye hırsızına. Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna, sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına. Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla. Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye! Çaresizlik içinde inledi, bunlar benim kurabiyelerimse eğer; ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini! Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle, Kaba ve cüretkâr olan, kurabiye hırsızı kendisiydi işte.
__________________

BİR KIZIN BABASINA ARMAĞAN ETTİĞİ ÖPÜCÜK KUTUSU

''Bir süre önce bir arkadaşım, üç yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının, kâğıtları ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım." dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: "Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?”. Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi: "Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım." Babanın içi paramparça olmuştu; kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım, bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. ''
__________________

DÖRT MUM

çook duygulu anlamlı ve kısa lütfen okuyun...



Dört mum yavaşca yanıyordu.Ortam çok yumuşaktı ve konuştukları duyuluyordu.
İlki söyledi:
‘’ ben barışım!"
Artık kimse benim yanık kalmamı sağlamıyor, sanıyorum söneceğim. " Alevi hızla azaldı ve bütünüyle söndü.
İkincisi söyledi:
‘’ ben inancım!"
neredeyse herkez benim artık gerekli olmadığımı düşünüyoro nedenle daha fazla yanık kalmama hiç gerek yok’’Konuşmayı bitirdiği zaman, bir rüzgar hafifçe esti ve onu söndürdü.
Üzgünce üçüncü mum sırası gelince konuştu:
” ben sevgiyim!"
yanık kalmak için artık gücüm kalmadı. İnsanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi anlamadı. Kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular "Ve hiç zaman yitirmeden söndü.
Ansızın...Bir çocuk odaya girer ve üç mumun yanmadığını görür
”neden yanmıyorsunuz sizin sonuna kadar yanmanız gerekir "
Bunu söyleyerek, çocuk ağlamaya başlar.
Ardından dördüncü mum söyler:
”korkma ben hala yanıkken diğer mumları yeniden yakabiliriz
"ben umudum!’’


Umudun alevi yaşamınızdan asla sönmemesi dileğiyle..
__________________

YEŞİM TAŞI

Arkadaşlar bir blogda gezinirken kısa fakat çok güzel bir ders veren bir hikayeye rastladım.Ve sizlerle paylaşmak istedim.Hikaye alt kısımda.

Genç bir adam değerli taşlara ilgi duyarmış v mücevher ustası olmaya karar vermiş. bu mesleği yaparsam iyi bir mücvher ustası olmalıyım diye düşünmüş.ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış.sonunda bulmuş yanına gitmiş.bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş anlat dinliyorum demiş usta.genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

yaşlı usta ssini çıkrmadan genç adamı dinlmiş.sözleri bitincede ona bir taş uzatmış bu bir yeşim taşıdır dediktn sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış v avucunu kapatmış.avucunu aynen böyle kapalı tutu ve bir yıl boyunca hiç açma.bir yıl sonra tkrar gel haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

genç adam evine dönmüş kndisini merakla bekleyen anne ve babasına neler olduğunu anlatmış.anlattıkçada kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş.günler geçmeye başlamış.genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyl bir eziyetle nasıl yaşarım.bu ne biçim ustalık ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı. diye devamlı söyleniyor, her önüne glene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.ve bu durumada giderek alışmaya diğer elini çok rahat kullanmaya başlamı.uyurknde yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.böylece bir yıl geçmiş.her günü zorluklarla dolu, her geceside yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.ve o gün gelmiş.genç adam tam bir yıl sonra büyük ustanın karşısına çıkmış.usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın gururuyla elin uzatmış avucunu açmış.

işte taşın demiş bir yıl boyunca avucumda taşıdım şimdi ne yapacağım? yaşlı usta sakin bir sesle cvp vermiş.
"Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu daaynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın." Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: "BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.
Yazarı Bilinmiyor