BEKLEMEYİN
· Nazik olmak için bir gülümseme beklemeyin...
· Sevmek için sevilmeyi beklemeyin...
· Bir arkadaşın değerini anlamak için, yalnız kalmayı beklemeyin...
· Çalışmaya başlamak için en iyi işi beklemeyin...
· Biraz paylaşmak için çok olmasını beklemeyin...
· Öğütleri hatırlamak için, düşmeyi beklemeyin...
· Dua ’ya inanmak için acıları beklemeyin...
· Yardım edebilmek için zamanınız olmasını beklemeyin...
· Özür dilemek için diğerinin acı çekmesini beklemeyin...
· … ne de barışmak için ayrılığı Beklemeyin...
10 Kasım 2008 Pazartesi
Beden Dili
İletişimde beden dili % 60 , ses tonu % 30 , kelimeler
% 10 önem taşır.
İlişkilerde pozitif olmak , olaylara olumlu yönden bakmak çok
önemlidir. Böylece etkili bir iletişim kurulması sağlanabilir.
1- YÜZ : Canlı olun.Mümkün olduğunca gülün.
2- GÖZ : İnsanların yüzüne bakın.Konuşurken gözlerinizi kaçırmayın .
3- JESTLER : Jestlerinizin ( el , kol vs. kullanımı ) sözlerinizle aynı
mesajları vermesini sağlamalısınız.Ellerin kenetlenmesi , kolların
kavuşturulması , ellerinizin çene hizasında olması durumlarından kaçının.
Aşırıya kaçmadan jestlerinizi kullanın.
4- BAŞ HAREKETLERİ : Karşınızdaki konuşurken başınızı ara sıra
aşağı yukarı hareket ettirerek onu dinlediğinizi ve anladığınızı belli
edin.
5- DURUŞ : Sizinle konuşan insanlara bakın. Mümkün olduğu kadar
çok kişiye ara sıra da olsa bakmaya çalışın .
6- TEMAS : Bazı durumlarda yaşı küçüklerle , aynı cins ve sizden daha
alt statüde olanlarla bedensel temas kurun.
7- KONUŞMA : Ses tonu çok önemlidir.Çok fazla konuşmayın.
Toplulukta eşit miktarda konuşun.
% 10 önem taşır.
İlişkilerde pozitif olmak , olaylara olumlu yönden bakmak çok
önemlidir. Böylece etkili bir iletişim kurulması sağlanabilir.
1- YÜZ : Canlı olun.Mümkün olduğunca gülün.
2- GÖZ : İnsanların yüzüne bakın.Konuşurken gözlerinizi kaçırmayın .
3- JESTLER : Jestlerinizin ( el , kol vs. kullanımı ) sözlerinizle aynı
mesajları vermesini sağlamalısınız.Ellerin kenetlenmesi , kolların
kavuşturulması , ellerinizin çene hizasında olması durumlarından kaçının.
Aşırıya kaçmadan jestlerinizi kullanın.
4- BAŞ HAREKETLERİ : Karşınızdaki konuşurken başınızı ara sıra
aşağı yukarı hareket ettirerek onu dinlediğinizi ve anladığınızı belli
edin.
5- DURUŞ : Sizinle konuşan insanlara bakın. Mümkün olduğu kadar
çok kişiye ara sıra da olsa bakmaya çalışın .
6- TEMAS : Bazı durumlarda yaşı küçüklerle , aynı cins ve sizden daha
alt statüde olanlarla bedensel temas kurun.
7- KONUŞMA : Ses tonu çok önemlidir.Çok fazla konuşmayın.
Toplulukta eşit miktarda konuşun.
Anne Ayı Yavrusuna Nasıl Balık Tutmasını Öğretir
Anne ayı iyi bir avcıdır. Bu bilgisini yavrusuna da aktarmak ister.
Balık avlarken bir iki yaşındaki yavru da annesinin yanındadır. Birlikte suya girerler…
Anne ayı balık yakalar, birlikte yerler.
Bu arada bir gelişme olur. Anne ayı, yakaladığı balığı ağzından suya düşürür, ancak balık ölüdür, yavru ayı onu hemen yakalar.
Bu oyun haftalarca sürer. Anne ayının ağzından düşürdüğü balık her defasında biraz daha canlıdır!... Yavru ayı yine de o balıkları yakalar !...
Suya düşen balıklar her defasında daha canlıdır ama yavru ayı da her gün daha usta bir avcı olmaktadır…
Sonunda yavru ayı kendi başına balık yakalayacak kadar ustalaşır. Anne ayı bunu anlar. Artık ona balık vermez.
Kendi artıklarından yemesini ve çevreden meyve toplamasını engeller. Yanına gelmek isterse ona vurur, taşlar kısacası yanından uzaklaştırır.
Yavru ayı aç kalır…
Bir gün aç, iki gün aç, üç gün aç, artık dayanamaz. Balık tutar. Balık tutmanın aslında çok zor olmadığını anlar. Balık tutmaya devam eder.
Anne ayı çok mutludur. Yavrusuna balık tutmasını öğretmiştir.
Balık avlarken bir iki yaşındaki yavru da annesinin yanındadır. Birlikte suya girerler…
Anne ayı balık yakalar, birlikte yerler.
Bu arada bir gelişme olur. Anne ayı, yakaladığı balığı ağzından suya düşürür, ancak balık ölüdür, yavru ayı onu hemen yakalar.
Bu oyun haftalarca sürer. Anne ayının ağzından düşürdüğü balık her defasında biraz daha canlıdır!... Yavru ayı yine de o balıkları yakalar !...
Suya düşen balıklar her defasında daha canlıdır ama yavru ayı da her gün daha usta bir avcı olmaktadır…
Sonunda yavru ayı kendi başına balık yakalayacak kadar ustalaşır. Anne ayı bunu anlar. Artık ona balık vermez.
Kendi artıklarından yemesini ve çevreden meyve toplamasını engeller. Yanına gelmek isterse ona vurur, taşlar kısacası yanından uzaklaştırır.
Yavru ayı aç kalır…
Bir gün aç, iki gün aç, üç gün aç, artık dayanamaz. Balık tutar. Balık tutmanın aslında çok zor olmadığını anlar. Balık tutmaya devam eder.
Anne ayı çok mutludur. Yavrusuna balık tutmasını öğretmiştir.
Cam Tavan Sendromu
"Bir seyin imkânsiz olduguna inanirsaniz, akliniz bunun neden imkânsiz oldugunu size ispatlamak üzere çalismaya baslar.
Ama bir seyi yapabileceginize inandiginizda, gerçekten inandiginizda, akliniz yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardim etmek için çalismaya baslar"
Dr. David J. Schwartz
Bilim adamlari pirelerin farkli yükseklikte ziplayabildiklerini görürler.
Birkaçini toplayip 30 cm yüksekligindeki bir cam fanusun içine koyarlar.
Metal zemin isitilir. Sicaktan rahatsiz olan pireler ziplayarak kaçmaya çalisirlar ama baslarini tavandaki cama çarparak düserler. Zemin de sicak oldugu için tekrar ziplarlar, tekrar baslarini cama vururlar. Pireler camin ne oldugunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engelledigini anlamakta zorluk çekerler. Defalarca kafalarini cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zipla(ya)mamayi ögrenirler. Artik hepsinin 30 cm zipladigi görülünce deneyin ikinci asamasina geçilir ve tavandaki cam kaldirilir. Zemin tekrar isitilir.
Tüm pireler esit yükseklikte, 30 cm ziplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yüksege ziplama imkânlari vardir ama buna hiç cesaret edemezler.
Kafalarini cama vura vura ögrendikleri bu sinirlayici 'hayat dersi' ne sadik halde yasarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkânlari vardir ama kaçamazlar. Çünkü engel artik zihinlerindedir. Onlari
sinirlayan dis engel (cam) kalkmistir ama kafalarindaki iç engel (burada 30cm'den fazla ziplanamaz inanci) varligini sürdürmektedir.
Bu deney canlilarin neyi basaramayacaklarini nasil ögrendiklerini göstermektedir.
Bu pirelerin yasadiklarina 'cam tavan sendromu' denir. Bir insanin gelebilecegine inandigi en üst nokta, onun cam tavanidir.
Cam tavaniniz hayallerinizin tavan yüksekligini gösterir.
Insan inandigina denktir. Yapabilecegini düsündügü kadardir.
Ama bir seyi yapabileceginize inandiginizda, gerçekten inandiginizda, akliniz yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardim etmek için çalismaya baslar"
Dr. David J. Schwartz
Bilim adamlari pirelerin farkli yükseklikte ziplayabildiklerini görürler.
Birkaçini toplayip 30 cm yüksekligindeki bir cam fanusun içine koyarlar.
Metal zemin isitilir. Sicaktan rahatsiz olan pireler ziplayarak kaçmaya çalisirlar ama baslarini tavandaki cama çarparak düserler. Zemin de sicak oldugu için tekrar ziplarlar, tekrar baslarini cama vururlar. Pireler camin ne oldugunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engelledigini anlamakta zorluk çekerler. Defalarca kafalarini cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zipla(ya)mamayi ögrenirler. Artik hepsinin 30 cm zipladigi görülünce deneyin ikinci asamasina geçilir ve tavandaki cam kaldirilir. Zemin tekrar isitilir.
Tüm pireler esit yükseklikte, 30 cm ziplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yüksege ziplama imkânlari vardir ama buna hiç cesaret edemezler.
Kafalarini cama vura vura ögrendikleri bu sinirlayici 'hayat dersi' ne sadik halde yasarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkânlari vardir ama kaçamazlar. Çünkü engel artik zihinlerindedir. Onlari
sinirlayan dis engel (cam) kalkmistir ama kafalarindaki iç engel (burada 30cm'den fazla ziplanamaz inanci) varligini sürdürmektedir.
Bu deney canlilarin neyi basaramayacaklarini nasil ögrendiklerini göstermektedir.
Bu pirelerin yasadiklarina 'cam tavan sendromu' denir. Bir insanin gelebilecegine inandigi en üst nokta, onun cam tavanidir.
Cam tavaniniz hayallerinizin tavan yüksekligini gösterir.
Insan inandigina denktir. Yapabilecegini düsündügü kadardir.
Doğuştan Kör
Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılı imiş. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir REKLAMCI bunu görmüş. Tabelayı almış arkasına bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa olmuş... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya...
Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM..."
Ne olduysa olmuş... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya...
Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM..."
- Siyah Ve Beyaz Köpekler
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli
o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.
O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; "mücadele varsa, kazananı da olmalı" diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"
o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.
O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; "mücadele varsa, kazananı da olmalı" diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"
Tutacak Bir Eliniz Olsun
Bir yaz günü plajda oturuyor kumlarla oynayan iki çocuğu seyrediyordum...
Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı...
Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu...
Herşey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...
Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulboğulmalarını bekliyordum...
Ama çocuklar beni şaşırttı...
Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler...
Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini farkettim...
Hayatınızdaki herşey yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarfettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmşlardır...
Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir...
Er ya da geç bir dalga gelip kurmak çin yoğun çaba sarfettiğimiz çalışmaları anında yıkabilir...
Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...
Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı...
Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu...
Herşey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...
Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulboğulmalarını bekliyordum...
Ama çocuklar beni şaşırttı...
Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler...
Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini farkettim...
Hayatınızdaki herşey yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarfettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmşlardır...
Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir...
Er ya da geç bir dalga gelip kurmak çin yoğun çaba sarfettiğimiz çalışmaları anında yıkabilir...
Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...
İnsan Her Yaşta Bir Şeyler Öğrenir
Jackson Brown'ın "Şu Hayatta Neler Öğrendik Neler" adlı kitapçığından
okuyalım bazılarını...
* Kendimi neşelendirmek istediğim zaman en iyi yolun başka birini
neşelendirmeye çalışmak olduğunu öğrendim. Yaş:13
* Bir bebeğin evlilik sorunlarını çözemeyeceğini öğrendim. Yaş: 24
* Bir tartışmayı tatlıya bağlamadan yatağa gidilmemesi gerektiğini
öğrendim. Yaş: 29
* İnsanın kendisinden daha sorunlu birisiyle evlenmemesi gerektiğini
öğrendim. Yaş: 31
* İşyerinde romantik ilişkiler aranmaması gerektiğini öğrendim. Yaş:31
* Çalıştırdığımız insanlara iyi davrandığımızda, onların da müşteriye iyi
davrandıklarını öğrendim. Yaş: 49
* Bir toplantıda zekâmı ya da sohbetimi göstermek konusunda tercih yapmak
gerektiğinde sohbeti seçmemin daha iyi olacağını öğrendim. Yaş:53
* İnsanlara iyi davranmanın hiçbir maliyeti olmadığını öğrendim. Yaş:66
* Gerçekten yaşamaya başlamak için emeklilik beklenirse, çok uzun bir
süre beklenilmiş olunacağını öğrendim. Yaş: 67
* İyi kalpli olmanın mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu öğrendim.
Yaş: 70
* Bir domuza ve bir çocuğa istedikleri her şeyi verirseniz sonuçta çok
iyi bir domuzunuz ve çok kötü bir çocuğunuz olacağını öğrendim. Yaş: 77
* Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar
olduğunu öğrendim. Yaş: 95
okuyalım bazılarını...
* Kendimi neşelendirmek istediğim zaman en iyi yolun başka birini
neşelendirmeye çalışmak olduğunu öğrendim. Yaş:13
* Bir bebeğin evlilik sorunlarını çözemeyeceğini öğrendim. Yaş: 24
* Bir tartışmayı tatlıya bağlamadan yatağa gidilmemesi gerektiğini
öğrendim. Yaş: 29
* İnsanın kendisinden daha sorunlu birisiyle evlenmemesi gerektiğini
öğrendim. Yaş: 31
* İşyerinde romantik ilişkiler aranmaması gerektiğini öğrendim. Yaş:31
* Çalıştırdığımız insanlara iyi davrandığımızda, onların da müşteriye iyi
davrandıklarını öğrendim. Yaş: 49
* Bir toplantıda zekâmı ya da sohbetimi göstermek konusunda tercih yapmak
gerektiğinde sohbeti seçmemin daha iyi olacağını öğrendim. Yaş:53
* İnsanlara iyi davranmanın hiçbir maliyeti olmadığını öğrendim. Yaş:66
* Gerçekten yaşamaya başlamak için emeklilik beklenirse, çok uzun bir
süre beklenilmiş olunacağını öğrendim. Yaş: 67
* İyi kalpli olmanın mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu öğrendim.
Yaş: 70
* Bir domuza ve bir çocuğa istedikleri her şeyi verirseniz sonuçta çok
iyi bir domuzunuz ve çok kötü bir çocuğunuz olacağını öğrendim. Yaş: 77
* Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar
olduğunu öğrendim. Yaş: 95
Polyanna'nın Mutluluk Sırları
Evimi bir parti sonrası temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam, bir çok arkadaşım var demektir.
Faturalarımı ödeyebiliyorsam, bir işim var demektir.
Pantolonum biraz sıkıyorsa, aç kalmıyorum demektir.
Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığını görüyorum demektir
Otobüsten indiğim yerden işyerime yolu uzun buluyorsam,
yürüyebiliyorum demektir.
Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyor ve bu eleştirileri
başkalarından da duyuyorsam, konuşma özgürlüğümüz var demektir.
Otobüs beklerken yanımdaki adam anahtarları ile oynuyor ve ben bu sesten rahatsız oluyorsam, duyuyorum demektir.
Camları silmem , çatıyı onarmam gerekiyorsa bir evim var demektir
Doğal gaz faturam yüklü geliyorsa, ısınıyorum demektir.
Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırlarım varsa, yığınla giyeceğim var demektir.
Çalar saatim sabahın köründe çalıyorsa yaşıyorum demektir
Aksamları kendimi yorgun hissediyor ve bacaklarım ağrıyorsa , O gün üretici olmuşum demektir.
VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABİLİYORSAM MUTLUYUM DEMEKTİR
Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için, onlara göre bir ruhumuz olması gerekir;
yoksa onlarda, kendi çamurumuzu görürüz.
Doğru bir kürek suda eğri görünür.
Önemli olan, bir şeyin görülmesi değil, nasıl görüldüğünün bilinmesidir.
Mutluluk sorunsuz bir yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneği demektir.
Hayatı yenecek kadar güçlü, hayattan beklentilerini alacak kadar umutlu, umudunu yitirmeyecek kadar inançlı, mutlu ve sevgi dolu günler sizlerin olsun...
Faturalarımı ödeyebiliyorsam, bir işim var demektir.
Pantolonum biraz sıkıyorsa, aç kalmıyorum demektir.
Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığını görüyorum demektir
Otobüsten indiğim yerden işyerime yolu uzun buluyorsam,
yürüyebiliyorum demektir.
Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyor ve bu eleştirileri
başkalarından da duyuyorsam, konuşma özgürlüğümüz var demektir.
Otobüs beklerken yanımdaki adam anahtarları ile oynuyor ve ben bu sesten rahatsız oluyorsam, duyuyorum demektir.
Camları silmem , çatıyı onarmam gerekiyorsa bir evim var demektir
Doğal gaz faturam yüklü geliyorsa, ısınıyorum demektir.
Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırlarım varsa, yığınla giyeceğim var demektir.
Çalar saatim sabahın köründe çalıyorsa yaşıyorum demektir
Aksamları kendimi yorgun hissediyor ve bacaklarım ağrıyorsa , O gün üretici olmuşum demektir.
VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABİLİYORSAM MUTLUYUM DEMEKTİR
Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için, onlara göre bir ruhumuz olması gerekir;
yoksa onlarda, kendi çamurumuzu görürüz.
Doğru bir kürek suda eğri görünür.
Önemli olan, bir şeyin görülmesi değil, nasıl görüldüğünün bilinmesidir.
Mutluluk sorunsuz bir yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneği demektir.
Hayatı yenecek kadar güçlü, hayattan beklentilerini alacak kadar umutlu, umudunu yitirmeyecek kadar inançlı, mutlu ve sevgi dolu günler sizlerin olsun...
Sevgiye Her Zaman Yer Vardır
Uzakdoğuda bir budist tapınağı bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu ve burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, kapıda tokmak yada çan, zil türünden ses çıkaran bir gereç yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki “bilgelik arayıcısı” kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sessiz konuşmaları başladı.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
İçerdeki bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı.
Bu yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerdeki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
İçerdeki bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı.
Bu yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerdeki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.
Rose
Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki,yumuşak bir el omzuma dokundu... Döndüm... Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu... "Ben Rose" dedi.. "Benim adım Rose, yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.." Güldüm... "Tabii" dedim... "Hadi sarıl bana..." Öyle sımsıkı sarıldı ki... "Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım.. Minik bir kahkaha ile yanıtladı:
"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."
Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık... Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.
Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu. Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu...
Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u... Konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok...
Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...
"Ne kadar beceriksizim, değil mi?... Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..."
Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:
"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz... Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Hergün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...
Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak birşeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.
Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbirşey yapmayanlardır..."
Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi...
Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.
"Yapabileceğimiz herşeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...
Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:
"Çok Geç Diye Bir Zaman Yoktur"
"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."
Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık... Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.
Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu. Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu...
Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u... Konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok...
Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...
"Ne kadar beceriksizim, değil mi?... Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..."
Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:
"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz... Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Hergün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...
Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak birşeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.
Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbirşey yapmayanlardır..."
Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi...
Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.
"Yapabileceğimiz herşeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...
Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:
"Çok Geç Diye Bir Zaman Yoktur"
Hindistanlı Ressam
Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış.
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş.
Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş.
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru ise; “Sen artık ressam sayılırsın Racaçi.
Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış.
Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor.
Çok üzülmüş tabiî. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.
Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş.
Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru.
Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte.
Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış.
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.
Ranga Guru ise;
“Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün.
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin.
Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiçkimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi.
Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.
Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın.
Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur.
Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma” demiş.
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş.
Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş.
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru ise; “Sen artık ressam sayılırsın Racaçi.
Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış.
Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor.
Çok üzülmüş tabiî. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.
Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş.
Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru.
Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte.
Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış.
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.
Ranga Guru ise;
“Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün.
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin.
Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiçkimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi.
Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.
Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın.
Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur.
Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma” demiş.
Kalbinizin Sesini Dinleyin
David o gün çok yogundu,seçim kampanyalari devam ediyordu.Aceleyle çevirdigi
telefonda karsisina çikan sarki gibi bir sesle karsilasinca sasirdi.Özür
dileyip kapatti.Ama o hos ses aklindan çikmiyordu. Ertesi gün sabah erkenden
o numarayi aradi.Telefon çalarken kalbi çok hizli çarpiyordu. Evet
karsisinda yine o tatli ses vardi.Kendisini tanitti. Konusmaya basladilar.
Konustukça kizdan daha da Etkileniyordu. Günler geçti.. Hergün onunla
konusuyordu,onun sesini duymadan güne baslayamiyordu. Kizgin oldugunda
sakinlestiriyor,üzgünken neselendiriyor, monoton günlerde yeni heyecanlar
asiliyordu. O soguk kis günleri bu sicacik sesle isinmis ve bahar gelmisti.
Bu arada seçim kampanyalarida çetin bir sekilde devam ediyordu.Bu arada
aklindan ve kalbinden çikaramadigi o kizla evlenmeliyim diye düsünmeye
basladi.Bu kampanyasi içinde olumlu olurdu. Danismani basinin etini
yiyiyordu."
Evlenirsen ,raitingin 10 puan artar diye...Su ana kadar bu konuyu pek ciddi
düsünmemesti. Neden olmasin dedi ve hizla telefonu çevirdi. Hiç nefes
almadan evlenmek istedigini söyledi ,kampanyasini anlatti, hayallerinden
bahsetti, seçimden sonra karayiplerde bir balayindan bile bahsetti. Onun
çoskusu genç kizada
geçmisti. Ama bir anda sessizlesti ve miriltili bir sesle " henüz beni
görmediniz ,ya begenmezseniz." dedi. David" bu kadar güzel bir sesin ve
kalbin sahibi çirkin olamaz herhalde" dedi.Bu arada eski nesesini ve
çoskusunu kaybetmisti. O zaman yarin bulusalim dedi.Bulusacaklari yeri
konustular.
Ertesi gün David heyecanla bulusacaklari yeregeldi.Biraz sonra uzaktan
yaninda köpegi ile güzel bir kiz geliyordu. Acaba o mu diye düsündü. Ama
parkin o kismindaki tek kisi olmasina ragmen ona
bakmiyordu. Uzaklara çok uzaklara bakiyordu. Sanirim o degil dedi.
Kizin gözlerinde günes gözlükleri vardi.Kizin gözlerinin ne renk oldugunu
düsünmeden edemedi.
Kiz David ile telefondaki melegin bulusacagi havuzun yanina kadar geldi. O
da ne! Elinde bir beyaz baston vardi. David saskinlikla ona bakakaldi. Bu o
telefonlarda konustugu melegiydi.Ama o kördü.Ne yapmaliyim diye düsündü.
Kaçip gitmeli mi ? Herseye ragmen elini tutup konusmali ve onunla evlenmeli
miydi ? David yutkundu ve birkaç adim atip,kizin yanindan geçip sessizce
gitti.Parkin disina çiktiginda son birkez dönüp kiza bakti.Kiz hala
uzaklara dogru bakiyor,köpegiyle konusuyor ve David 'i bekliyordu. David
günlerce, onu bekleyen kizin hayalini unutamadi. Sürekli dogruyu yaptigina
kendini inandirmaya çalisiyordu. Bazen eli telefona gidiyor, o gün isim
çikti gelemedim deyip,yine herseye yeniden baslamayi
düsünüyordu. Günler geçti ve seçimler sonuçlandi. David seçimleri kaybetti.
New Jersey valisi olamamisti. Yine avukatliga devam etmeye basladi. Noel
hazirliklarinin devam ettigi o öglen, sekreteri içeri girerek, davanin 25 dk
sonra olacagini hatirlatti. Hizla hazirlandi. Çantasini alip adliyeye
gitti.Yerine geçti oturdu. Önemli bir tecavüz davasi görülüyordu ve sanigi
David savunacakti, isi zordu. Biraz sonra karsi taraf ve hakim de yerlerini
almisti. David ilk taniga sorusunu sordu. Moralinin
bozulmamasi için karsi tarafin avukatina dönüp bakmamisti bile.
2.tanik ile ilgili notlarina bakarken, yüksek topuklu bir ayakkabi
sesi duydu. Karsi tarafin avukati tanigin yanina gidiyordu.
Avukat konusmaya basladi.Bu ses çok sert,acimasiz ama bir o kadar da
Tanidik geldi.Basini kaldirdi daha bir dikkatle bakti. O sirada saçlarini
simsiki topuz yapmis, menekse gözlü, dudaklari bir çizgi gibi kapali
avukatla gözgöze geldi. Iste o anda gözlerinde birden baska bir görüntü
canlandi. Çaglayan gibi omuzlarindan asagi sarkan sari saçlar, heran
gülmeye hazir yürek seklinde dudaklar, melek gibi bir yüz ve güzel bir
vücut. Bu o parktaki kiz olabilir
miydi..? Yoksa halisülasyonlar mi görmeye baslamisti. 2 saat sonra
dava bittiginde hiç bir sey hatirlamiyordu.Yanindan hizla geçen avukatin
pesinden kosup bahçede yakaladi. Tam agzini açip konusacakti ki, o menekse
göze, ta gözbebeklerinin içine kadar simsicak bir sekilde bakti; o çizgi
halindeki dudaklar
güller gibi açarak gülümsedi ve sarki gibi melodik bir ses duyuldu.
" Merhaba o gün parkta sana saka yapmak istemistim. Herseye ragmen
beni isteseydin, cesurca yanima gelip bana telefondaki melegim demis
olsaydin, ya da 1-2 saniye daha bekleyebilseydin, sana evet demek için
gelmistim. Oysa sen kendi kalbini sinavdan geçirdin ve basarisiz oldun. Bu
arada, sürekli aradigin... ya da parktaki günden sonra hiç aramadigin
telefon, ofisimdeki direkt telefondu."
Ve telefondaki melek yürüyüp gitti...
Kalbinizin sesini dinleyin
telefonda karsisina çikan sarki gibi bir sesle karsilasinca sasirdi.Özür
dileyip kapatti.Ama o hos ses aklindan çikmiyordu. Ertesi gün sabah erkenden
o numarayi aradi.Telefon çalarken kalbi çok hizli çarpiyordu. Evet
karsisinda yine o tatli ses vardi.Kendisini tanitti. Konusmaya basladilar.
Konustukça kizdan daha da Etkileniyordu. Günler geçti.. Hergün onunla
konusuyordu,onun sesini duymadan güne baslayamiyordu. Kizgin oldugunda
sakinlestiriyor,üzgünken neselendiriyor, monoton günlerde yeni heyecanlar
asiliyordu. O soguk kis günleri bu sicacik sesle isinmis ve bahar gelmisti.
Bu arada seçim kampanyalarida çetin bir sekilde devam ediyordu.Bu arada
aklindan ve kalbinden çikaramadigi o kizla evlenmeliyim diye düsünmeye
basladi.Bu kampanyasi içinde olumlu olurdu. Danismani basinin etini
yiyiyordu."
Evlenirsen ,raitingin 10 puan artar diye...Su ana kadar bu konuyu pek ciddi
düsünmemesti. Neden olmasin dedi ve hizla telefonu çevirdi. Hiç nefes
almadan evlenmek istedigini söyledi ,kampanyasini anlatti, hayallerinden
bahsetti, seçimden sonra karayiplerde bir balayindan bile bahsetti. Onun
çoskusu genç kizada
geçmisti. Ama bir anda sessizlesti ve miriltili bir sesle " henüz beni
görmediniz ,ya begenmezseniz." dedi. David" bu kadar güzel bir sesin ve
kalbin sahibi çirkin olamaz herhalde" dedi.Bu arada eski nesesini ve
çoskusunu kaybetmisti. O zaman yarin bulusalim dedi.Bulusacaklari yeri
konustular.
Ertesi gün David heyecanla bulusacaklari yeregeldi.Biraz sonra uzaktan
yaninda köpegi ile güzel bir kiz geliyordu. Acaba o mu diye düsündü. Ama
parkin o kismindaki tek kisi olmasina ragmen ona
bakmiyordu. Uzaklara çok uzaklara bakiyordu. Sanirim o degil dedi.
Kizin gözlerinde günes gözlükleri vardi.Kizin gözlerinin ne renk oldugunu
düsünmeden edemedi.
Kiz David ile telefondaki melegin bulusacagi havuzun yanina kadar geldi. O
da ne! Elinde bir beyaz baston vardi. David saskinlikla ona bakakaldi. Bu o
telefonlarda konustugu melegiydi.Ama o kördü.Ne yapmaliyim diye düsündü.
Kaçip gitmeli mi ? Herseye ragmen elini tutup konusmali ve onunla evlenmeli
miydi ? David yutkundu ve birkaç adim atip,kizin yanindan geçip sessizce
gitti.Parkin disina çiktiginda son birkez dönüp kiza bakti.Kiz hala
uzaklara dogru bakiyor,köpegiyle konusuyor ve David 'i bekliyordu. David
günlerce, onu bekleyen kizin hayalini unutamadi. Sürekli dogruyu yaptigina
kendini inandirmaya çalisiyordu. Bazen eli telefona gidiyor, o gün isim
çikti gelemedim deyip,yine herseye yeniden baslamayi
düsünüyordu. Günler geçti ve seçimler sonuçlandi. David seçimleri kaybetti.
New Jersey valisi olamamisti. Yine avukatliga devam etmeye basladi. Noel
hazirliklarinin devam ettigi o öglen, sekreteri içeri girerek, davanin 25 dk
sonra olacagini hatirlatti. Hizla hazirlandi. Çantasini alip adliyeye
gitti.Yerine geçti oturdu. Önemli bir tecavüz davasi görülüyordu ve sanigi
David savunacakti, isi zordu. Biraz sonra karsi taraf ve hakim de yerlerini
almisti. David ilk taniga sorusunu sordu. Moralinin
bozulmamasi için karsi tarafin avukatina dönüp bakmamisti bile.
2.tanik ile ilgili notlarina bakarken, yüksek topuklu bir ayakkabi
sesi duydu. Karsi tarafin avukati tanigin yanina gidiyordu.
Avukat konusmaya basladi.Bu ses çok sert,acimasiz ama bir o kadar da
Tanidik geldi.Basini kaldirdi daha bir dikkatle bakti. O sirada saçlarini
simsiki topuz yapmis, menekse gözlü, dudaklari bir çizgi gibi kapali
avukatla gözgöze geldi. Iste o anda gözlerinde birden baska bir görüntü
canlandi. Çaglayan gibi omuzlarindan asagi sarkan sari saçlar, heran
gülmeye hazir yürek seklinde dudaklar, melek gibi bir yüz ve güzel bir
vücut. Bu o parktaki kiz olabilir
miydi..? Yoksa halisülasyonlar mi görmeye baslamisti. 2 saat sonra
dava bittiginde hiç bir sey hatirlamiyordu.Yanindan hizla geçen avukatin
pesinden kosup bahçede yakaladi. Tam agzini açip konusacakti ki, o menekse
göze, ta gözbebeklerinin içine kadar simsicak bir sekilde bakti; o çizgi
halindeki dudaklar
güller gibi açarak gülümsedi ve sarki gibi melodik bir ses duyuldu.
" Merhaba o gün parkta sana saka yapmak istemistim. Herseye ragmen
beni isteseydin, cesurca yanima gelip bana telefondaki melegim demis
olsaydin, ya da 1-2 saniye daha bekleyebilseydin, sana evet demek için
gelmistim. Oysa sen kendi kalbini sinavdan geçirdin ve basarisiz oldun. Bu
arada, sürekli aradigin... ya da parktaki günden sonra hiç aramadigin
telefon, ofisimdeki direkt telefondu."
Ve telefondaki melek yürüyüp gitti...
Kalbinizin sesini dinleyin
Kemanın Teli
Bu makale Houston Chronicle’dan alınmıştır.
18 Kasım 1995 günü, keman sanatçısı Itzhak Perlman, New York’ta, Lincoln Center’da ki Avery Fisher Salonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıktı. Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için “ sahneye çıkmak ” hiç de küçümsenecek bir başarı değildir. Çocukluk yılların da çocuk felcine yakalanmış olan Perlman’ın her iki bacağında da destekleyici aletler vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur ; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarında ki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.
Şu zamana değin, izleyiciler bu rituele alışmışlardır. O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar. Bacaklarında ki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler. Çalmaya hazır olana dek beklerler.
Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha birkaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi girmişti ses. O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da.....
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler :
“ Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti ”
Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra Şef'e yeniden başlaması için işaret verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkansızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir. Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti. Onu parçayı kafasında modüle ederken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri neredeyse yeniden tonlarmışçasına sesler çıkarmaktaydı kemanından, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için....
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar. Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı. Hepimiz ayaktaydık, bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk.
Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi :
“ Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak....”
Bu ne güçlü cümledir. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir ? Belki de bu bir yaşam tarzıdır ( sanatçılar için değil hepimiz için ) Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire, bir konserin ortasında kendini sadece 3 tel ile bulan bir adam vardır. Öyleyse o da 3 tel ile müzik yapmayı seçer ve o gece yaptığı, sadece 3 telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı, 4 teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdı....
O zaman belki de bizim görevimiz, yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır ; önce elimizde olan her şeyle ; ve daha sonra bu artık imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla....
Jack Riemer
18 Kasım 1995 günü, keman sanatçısı Itzhak Perlman, New York’ta, Lincoln Center’da ki Avery Fisher Salonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıktı. Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için “ sahneye çıkmak ” hiç de küçümsenecek bir başarı değildir. Çocukluk yılların da çocuk felcine yakalanmış olan Perlman’ın her iki bacağında da destekleyici aletler vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur ; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarında ki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.
Şu zamana değin, izleyiciler bu rituele alışmışlardır. O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar. Bacaklarında ki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler. Çalmaya hazır olana dek beklerler.
Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha birkaç satırı çalmıştı ki kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi girmişti ses. O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da.....
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler :
“ Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti ”
Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra Şef'e yeniden başlaması için işaret verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkansızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir. Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti. Onu parçayı kafasında modüle ederken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri neredeyse yeniden tonlarmışçasına sesler çıkarmaktaydı kemanından, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için....
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar. Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı. Hepimiz ayaktaydık, bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk.
Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi :
“ Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak....”
Bu ne güçlü cümledir. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir ? Belki de bu bir yaşam tarzıdır ( sanatçılar için değil hepimiz için ) Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire, bir konserin ortasında kendini sadece 3 tel ile bulan bir adam vardır. Öyleyse o da 3 tel ile müzik yapmayı seçer ve o gece yaptığı, sadece 3 telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı, 4 teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdı....
O zaman belki de bizim görevimiz, yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır ; önce elimizde olan her şeyle ; ve daha sonra bu artık imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla....
Jack Riemer
Yaşlı Adamın Oğluna Mektubu
Nebraska'da yasli bir adam yasardi. Patates ekini icin bahceyi bellemesi
gerekiyordu, lakin bu cok zor bir isti. Tek oglu olan David ona yardim
edebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yasli adam ogluna bir mektup yazdi ve derdini anlattı.
Sevgili David,
Patates bahcemi belleyemeyecegimden kendimi cok kotu hissediyorum.
Bahceyi kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butun
derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kac gun sonra oglundan bir mektup aldi
Babacigim,
Tanrı askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri gommustum.
Sevgiler David
Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis cikageldi ve tum sahayi
kazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur dileyerek
gittiler. Ayni gun yasli adam oglundan bir mektup daha aldi.
Babacigim,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabilecegimin en iyisini
yaptim.
Sevgiler David...
gerekiyordu, lakin bu cok zor bir isti. Tek oglu olan David ona yardim
edebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yasli adam ogluna bir mektup yazdi ve derdini anlattı.
Sevgili David,
Patates bahcemi belleyemeyecegimden kendimi cok kotu hissediyorum.
Bahceyi kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butun
derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kac gun sonra oglundan bir mektup aldi
Babacigim,
Tanrı askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri gommustum.
Sevgiler David
Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis cikageldi ve tum sahayi
kazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur dileyerek
gittiler. Ayni gun yasli adam oglundan bir mektup daha aldi.
Babacigim,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabilecegimin en iyisini
yaptim.
Sevgiler David...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)