7 Ağustos 2008 Perşembe

TANRIM SENİN RIZKINLA ORUCUMU AÇIYORUM, HAMD OLSUN VERDİĞİN NİMETLERE...

Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş. "Evrim ne güzellikler yaratıyor!" diye düşünüp mest oluyormuş. Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamiş.Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışta ayının daha yaklaşmış olduğunu farkediyormuş.Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış.Tam vurmaya hazırlanırken adam; -"TANRIM!..." diye bağırmış.Bir anda zaman durmuş, ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş. Bir anda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık hüzmesi adamın üzerine parlamiş. Çok derinden gelen ilahi bir ses adama: -"Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?" demiş.Adam utanç içinde: -"Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık olur ama belki AYIYI dindar yapabilirsiniz." demiş.Ses:-"Peki." diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş.Nehir tekrar akmaya baslamis. Herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, iki pençesini de göğe doğru çevirmiş, ve konuşmaya başlamiş:-"Tanrım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamdolsun verdiğin nimetlere."

BUNDADA BİR HAYIR VAR




Bir zamanlar Afrika daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan iitbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: -Bunda da bir hayır var! Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: -Bunda da bir hayır var! Kral acı ve öfkeyle bağırdı: -Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyünz meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. -Haklıymışsın! dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi. -Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var. -Ne diyorsun Allah aşkına?diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir? -Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene.

700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT

Aşağıda Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli."Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin...Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çölleredönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.Üç kişiye acı:* Cahiller arasındaki alime,* Zenginken fakir düşene,* Hatırlı iken itibarını kaybedene.Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.Haklı olduğunda mücadeleden korkma."Bilesin ki atın iyisine DORU,""Yiğidin iyisine DELİ derler."

GERÇEK SEVGİ(İBRETLİK HİKAYE)


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzunboylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarakiçirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlarsofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse,o aç kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür dedoyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu daunutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

İNSANLIK DERSİ(GERÇEK HİKAYE)

Ünlü İtalyan sinema sanatçısı Vittorio de Sica bir TVröportajında anlatıyor :İtalya' da Napoli' nin kenar mahallelerinden birinde,bir Cafe-Bar da, espressolarimizi içiyoruz.İçeri girenmüşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso"(iki kahve, biri askıda) diyor, iki kahve parasıveriyor, bir kahve içip gidiyor, barmen de tezgahınüzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıtasıyor.Biraz sonra iki kişi içeri giriyor: "due caffee e unsospeso" (iki kahveve bir askıda) diyorlar, üç kahve parası verip, ikikahve içip gidiyorlar,barmen gene bir küçük kağıt daha asıyor tezgahınüstündeki çiviye...Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyor.Derken üstü başı biraz eski, püskü, belli ki fakir biribardan içerigirdi, barmene "un caffee sospeso" (askıdan bir kahve)dedi, ve barmenin hazırladığı kahveyi içip, paraödemeden çıkıp gitti. Barmen de tezgahın üzerineasmış olduğu kağıtlardan bir tanesini aşağı indiriverdi...

BİLL GATES

Bill Gates Microsoftsun bir seminerinde bilgisayarsektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir benzetme yapmış."Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayarsektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu atmamız mümkün olacaktı"
Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış."Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarıışıkları yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIRyazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı"

BİR KÜÇÜK TEBESSÜM

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazındanaşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabahakadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmaküzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir TEBESSÜMSÜN sonucuydu.

BERBER MEHMET

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler. İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.Sonuç:Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan OsmanEfendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde- geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar. Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberiBerber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıldönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalarkoklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar BerberMehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

İŞTE DOSTLUK BUDUR...

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve: - Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.. Delirdin mi? der gibi baktı teğmen... - Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatini da tehlikeye atma sakın.. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi.. "Git o zaman.." İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşınan arkadaşına döndü: - Sana değmez, hayatini tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş.. - Değdi teğmenim. dedi asker.. - Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?.. - Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin.. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: - Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini biliyordum..

BEŞ ÖNEMLİ DERS

'' Birinci önemli ders...
"Size hizmet edenleri hephatırlayın..Bir pastanın uc otuz paraya satıldığı günlerde 10yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu.. Çocuksordu: "Cukulatali pasta kaç para?..""50 cent!.."Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir dahasordu:"Peki dondurma ne kadar..""35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki.. Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi.Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaslar temizleyecekti. Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 centlik bahşiş duruyordu..
İkinci önemli ders..
Onemli olan vermektir..Yillar once hastanede calisirken, agir hasta birkiz getirdiler. Tek yasam sansi bes yasindaki kardesinden acil kan nakliidi. Kucuk oglan ayni hastaliktan mucizevi sekilde kurtulmus ve kaninda ohastaligin mikroplarini yok eden bagisiklik olusmustu. Doktor durumu besyasindaki oglana anlatti ve ablasina kan verip vermeyecegini sordu. Kucuk cocukbir an duraksadi. Sonra derin bir nefes aldi ve"Eger kurtulacaksa, veririm kanimi" dedi.Kan nakli ilerlerken, ablasinin gozlerinin icinebakiyor ve gulumsuyor-du. Kizin yanaklarina yeniden renk gelmeye baslamisti,ama kucuk cocugun yuzu de giderek soluyordu.. Gulumsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu:"Hemen mi olecegim?.."Kucuk doktoru yanlis anlamis, ablasina vucudundaki butun kani verip, olecegini sanmisti.
Üçüncü önemli ders..
Yağmurda otostop!..
Bir gece vakit gece yarısına doğru Alabamaotoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağanyağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. Gecen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60 li yıllarda birbeyazın bir zenciye hem de Alabama da yardıma kalkışması pek olağanşeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Birtaksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi.Verdim. Bir hafta sonra kapım calindi. Muazzam bir konsol televizyon indiriyorduadamlar. Bir de not ekliydi, armağanda.."Gecen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunçyağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti.Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının bas ucuna zamanındaulaşmayı başardım.Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana yardim eden sizi vebaşkalarına karşılık beklemeksizin yardim eden herkesi kutsasın!.. En iyi dileklerimle, Bayan Nat King Cole.
"Dördüncü önemli ders..
Yolumuzdaki engeller..Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmus, kendisi de pencereye oturmustu. Bakalim neler olacakti?.Ulkenin en zengin tuccarlari, en guclu kervancilari, saray gorevlileri birer birer geldiler, sabahtan oglene kadar. Hepsi kayanin etrafindan dolasip saraya girdiler. Pek cogu krali yuksek sesle elestirdi. Halkindan bu kadar vergi aliyor, ama yollari temiz tutamiyordu. Sonunda bir koylu cikageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.Sirtindaki kufeyi yere indirdi, iki eli ile kayayasarildi ve ikina sikina itmeye basladi. Sonunda kan ter icindekaldi ama, kayayi da yolun kenarina cekti. Tam kufesini yeniden sirtina almakuzereydi ki, kayanin eski yerinde bir kesenin durdugunu gordu Acti. Kese altin doluydu. Bir de kralin notu vardi icinde.. "Bu altinlar kayayi yoldan ceken kisiye aittir" diyordu kral.Koylu, bugun dahi pek cogumuzun farkinda olmadigi bir ders almisti. "Her engel, yasam kosullarinizi daha iyilestirecek bir firsattir..
Beşinci önemli ders...
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularınıdağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:"Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adi nedir?.."Bu herhalde bir çeşit saka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her güngörüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.50 lerinde falan olmalıydı.Ama adini nerden bilecektim ki!.. Son soruyuyanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Sure biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu."Tabii dahil" dedi, hocamız.. "İş yaşamınız boyunca insanlarlakarşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar.Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakkeden insanlar bunlar.Onlara sadece gülümsemeniz ve`Merhaba demeniz gerekse bile.."Bu dersi hayatim boyunca unutmadım. O hademenin adini da.. Dorothy idi.''
__________________

KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına. Havaalanındaki dükkândan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp buldu kendisine oturacak bir yer. Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de yanında oturan adamın olabildiğince cüretkâr bir şekilde aralarında duran paketten birer birer kurabiye aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de. Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken, gözü saatteydi, kurabiye hırsızı yavaş yavaş tüketirken kurabiyelerini. Kulağı saatin tik taklarındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik taklar sinirlenmesini. Düşünüyordu kendi kendine, kibar bir insan olmasaydım, morartırdım şu adamın gözlerini! Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca, bakalım şimdi ne yapacak? dedi kendi kendine. Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye. Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına. Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve Aman Tanrım, ne cüretkâr ve ne kaba bir adam, üstelik bir teşekkür bile etmiyor! Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında, uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla. Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına, dönüp bakmadı bile kurabiye hırsızına. Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna, sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına. Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla. Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye! Çaresizlik içinde inledi, bunlar benim kurabiyelerimse eğer; ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini! Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle, Kaba ve cüretkâr olan, kurabiye hırsızı kendisiydi işte.
__________________

BİR KIZIN BABASINA ARMAĞAN ETTİĞİ ÖPÜCÜK KUTUSU

''Bir süre önce bir arkadaşım, üç yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının, kâğıtları ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım." dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: "Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?”. Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi: "Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım." Babanın içi paramparça olmuştu; kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım, bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. ''
__________________

DÖRT MUM

çook duygulu anlamlı ve kısa lütfen okuyun...



Dört mum yavaşca yanıyordu.Ortam çok yumuşaktı ve konuştukları duyuluyordu.
İlki söyledi:
‘’ ben barışım!"
Artık kimse benim yanık kalmamı sağlamıyor, sanıyorum söneceğim. " Alevi hızla azaldı ve bütünüyle söndü.
İkincisi söyledi:
‘’ ben inancım!"
neredeyse herkez benim artık gerekli olmadığımı düşünüyoro nedenle daha fazla yanık kalmama hiç gerek yok’’Konuşmayı bitirdiği zaman, bir rüzgar hafifçe esti ve onu söndürdü.
Üzgünce üçüncü mum sırası gelince konuştu:
” ben sevgiyim!"
yanık kalmak için artık gücüm kalmadı. İnsanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi anlamadı. Kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular "Ve hiç zaman yitirmeden söndü.
Ansızın...Bir çocuk odaya girer ve üç mumun yanmadığını görür
”neden yanmıyorsunuz sizin sonuna kadar yanmanız gerekir "
Bunu söyleyerek, çocuk ağlamaya başlar.
Ardından dördüncü mum söyler:
”korkma ben hala yanıkken diğer mumları yeniden yakabiliriz
"ben umudum!’’


Umudun alevi yaşamınızdan asla sönmemesi dileğiyle..
__________________

YEŞİM TAŞI

Arkadaşlar bir blogda gezinirken kısa fakat çok güzel bir ders veren bir hikayeye rastladım.Ve sizlerle paylaşmak istedim.Hikaye alt kısımda.

Genç bir adam değerli taşlara ilgi duyarmış v mücevher ustası olmaya karar vermiş. bu mesleği yaparsam iyi bir mücvher ustası olmalıyım diye düşünmüş.ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış.sonunda bulmuş yanına gitmiş.bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş anlat dinliyorum demiş usta.genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

yaşlı usta ssini çıkrmadan genç adamı dinlmiş.sözleri bitincede ona bir taş uzatmış bu bir yeşim taşıdır dediktn sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış v avucunu kapatmış.avucunu aynen böyle kapalı tutu ve bir yıl boyunca hiç açma.bir yıl sonra tkrar gel haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

genç adam evine dönmüş kndisini merakla bekleyen anne ve babasına neler olduğunu anlatmış.anlattıkçada kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş.günler geçmeye başlamış.genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyl bir eziyetle nasıl yaşarım.bu ne biçim ustalık ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı. diye devamlı söyleniyor, her önüne glene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.ve bu durumada giderek alışmaya diğer elini çok rahat kullanmaya başlamı.uyurknde yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.böylece bir yıl geçmiş.her günü zorluklarla dolu, her geceside yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.ve o gün gelmiş.genç adam tam bir yıl sonra büyük ustanın karşısına çıkmış.usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın gururuyla elin uzatmış avucunu açmış.

işte taşın demiş bir yıl boyunca avucumda taşıdım şimdi ne yapacağım? yaşlı usta sakin bir sesle cvp vermiş.
"Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu daaynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın." Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: "BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.
Yazarı Bilinmiyor