30 Ağustos 2008 Cumartesi

SEVGİNİN GÜCÜ

Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadınınotobüse binişini içten gelen bir sempati ile izlediler... Basamakları geçti.Boş olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu... Çantasınıkucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldırgörmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık birdünyanın içine düşmüştü.Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark idi.. Mark hava kuvvetlerindesubaydı. Susan'ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Markkarısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen fark etmişti. Ona yeniden güçkazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardımetmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseyebağımlı olmadan yaşayabilmeliydi.Sonunda Susan'ı işine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasılgidecekti?.. . Genelde otobüsle giderdi. Ama şimdi koca kenti bir uçtanötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile işebırakmayı önerdi. Kendi işi tam aksi yönde olduğu halde..İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da, "Görmüyorum, artıkhiçbir işe yaramam" diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Amabir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farkketti. Başkasına bağımlıyaşamanın Susan'ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendibaşına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan,o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi? .."Otobüs" lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı.. "Nasılyaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereyegittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başındanatmaya çalışıyorsun.."Duydukları Mark'ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağınıbiliyordu.."Her sabah ve akşam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğutek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu.."Tam iki hafta Mark, Susan'ın otobüsünün arkasından gitti.. İki haftaboyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı.Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona neredeolduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi.Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona öndebir yer bile ayırırdı. Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazırolduğunu hissetti. Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçicieskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluyduSusan'ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati,desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yenidenhayata dönmüştü.."Allahaısmarladı k" dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa tersyönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçtiSusan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu..Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyorduişte.. Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisininkarşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre..- "Sizi kıskanıyorum bayan" dedi, şoför..Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıptaedilecek nesi olabilirdi ki?..- "Neyimi kıskanıyorsunuz benim" diye sordu şoföre..- "Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoşbir duygu olmalı bayan" dedi şoför..- "Nasıl yani" dedi, Susan..- "Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay köşede duruyor ve sizotobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinizegirene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elinisallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan.."Mutluluk göz yaşları Susan'ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birdenhatırladı.. Mark'ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem deöyle kuvvetli hissediyordu ki.. Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle birarmağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanınvarlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. *Sevginin aydınlatmayacağıhiçbir karanlık yoktu çünkü...

YARINDAN BİR ŞEYLER BEKLEMEK

Önce, evlendigimizde hayatin daha iyi olacagina inandiririz kendimizi.Evlendikten sonra, bir çocugumuz dogduktan, hatta ardindan bir tane dahaolduktan sonra hayatin daha iyi olacagina inandiririz. Sonra, çocuklaryeterince büyük olmadiklari için kizar, onlar büyüyünce daha mutluolacagimiza inaniriz. Bundan sonra, ergenlik dönemlerinde çocuklarlaugrasmamiz gerektigi için öfkeleniriz.Kendimize, çocuklarimiz bu dönemden çikinca daha mutlu olacagimizi,yasantimizin yeni bir araba alinca, güzel bir tatile çikinca, emekliolunca dört dörtlük olacagini söyleriz.Gerçek ise, mutlu olmak için su andan daha iyi bir zaman olmadigidir. Egersimdi degil ise ne zaman?. Hayatiniz her zaman mücadelelerle doluolacaktir. En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya kararvermektir.En sevdigim sözlerden biri Alfred Souza'ye aittir. Der ki:"Uzun bir zamandan beri hayatin-gerçek hayatin-baslamak üzere olduguizlenimine kapilmistim. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel,öncelikle erisilmesi gereken birsey, bitmemis bir is, hala hizmet edilecekzaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat baslayacakti. Sonunda anladimki, bu engeller benim hayatimdi."Bu görüs acisi, mutluluga giden bir yol olmadigini görmemi sagladi.Mutluluk yoldur, öyleyse sahip oldugunuz her anin kiymetini bilin vemutlulugu özel biriyle paylastiginiz (vaktinizi beraber harcayacak kadarözel) için ona daha fazla deger verin. Unutmayin, zaman hiç kimse içinbeklemez. Öyleyse okulu bitirene kadar, tekrar okula gidene kadar, 10 kilokaybettiginizde veya kazanana kadar, çocuklariniz olana kadar,çocuklariniz evden ayrilana kadar, ise baslayana kadar, emekli olanakadar, evlenene kadar, bosanana kadar, cuma gecesine kadar, pazar sabahinakadar, yeni bir araba veya ev alana kadar, arabanizin veya evinizin borcuödenene kadar, ilkbahara kadar, yaza kadar, sonbahara kadar, kisa kadar,ayin birine veya onbesine kadar, sarkiniz söylenene kadar, içki içinceyekadar, ayilana kadar, ölene kadar MUTLU olmak için içinde bulundugunuzandan daha iyi bir zaman olduguna karar vermek için beklemekten vazgeçin.MUTLULUK yaris degil, bir yolculuktur.PARAYA IHTIYACINIZ YOKMUs GIBI ÇALISIN. DAHA ÖNCE HIÇ INCINMEMIS GIBISEVIN. VE SEYREDEN HİÇ KİMSE YOKMUS GIBI DANS EDIN.

BİR MEKTUP

Nebraska'da yasli bir adam yasardi. Patates ekini icin bahceyi bellemesigerekiyordu, lakin bu cok zor bir isti. Tek oglu olan David ona yardimedebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yasli adam ogluna bir mektup yazdi ve derdini anlattı.
Sevgili David,
Patates bahcemi belleyemeyecegimden kendimi cok kotu hissediyorum.Bahceyi kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butunderdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kac gun sonra oglundan bir mektup aldi
Babacigim,
Tanrı askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri gommustum.
Sevgiler David
Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis cikageldi ve tum sahayikazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur dileyerekgittiler. Ayni gun yasli adam oglundan bir mektup daha aldi.
Babacigim,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabilecegimin en iyisiniyaptim.
Sevgiler David...

TUTACAK BİR ELİN OLSUN

Bir yaz günü plajda oturuyor kumlarla oynayan iki çocuğu seyrediyordum...Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı...Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu...Herşey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulboğulmalarını bekliyordum...Ama çocuklar beni şaşırttı...Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler...Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini farkettim...Hayatınızdaki herşey yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarfettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmşlardır...Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir...Er ya da geç bir dalga gelip kurmak çin yoğun çaba sarfettiğimiz çalışmaları anında yıkabilir...Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...

YAŞAMI UNUTMA

"... Asla yaşamınızı ve işinizi birbirine karıştırmayın. Size bunu söylemek zorundayım. İkincisi ilkinin yalnızca bir parçası. Paul Tsongas, kanser olduğunu öğrendikten sonra yeniden seçime girme kararı aldığında bir arkadaşımın ona yazdığı şu sözleri her zaman hatırlayın: - Hiç kimse ölüm döşeğinde keşke büromda daha fazla zaman geçirseydim demez...
Evet işi (hele de seviyorsa) insanın hayatının ve kişiliğinin bir parçasıdır... Ama işin dışında da bir yaşam vardır. Aslolan odur.John Lennon’un öldürülmeden az önce yazdığı sözlerle: - Yaşam, sen başka planlar yaparken olan şeydir....
Ev hayatının, aile ilişkilerinin, arkadaşlarla dostlukların önemli olduğunu kaydeden yazar diyor ki: - Eğer hayatımdaki bu "diğer şeyler" doğru olmasaydı mesleğimde çürümüş, hatta sıradan olabilirdim. Eğer yaptığın iş seni bütünüyle yansıtmıyorsa o zaman gerçekten en iyisi olamazsın...
Bu nedenle yazarın insanlara tavsiyesi şudur: - Bir yaşam edinin... Tuzlu suyun hafif bir rüzgarla kumsala vuran kokusunu fark edebileceğiniz,kızıl kuyruklu şahinin göl üzerinde daireler çizerek uçuşunu ve çam ağaçlarının üzerine konuşunu durup izleyebileceğiniz bir yaşam edinin...Yalnız olmadığınız bir yaşam edinin... Sevdiğiniz ve sizi seven insanlar bulun ve asla unutmayın: Sevgi bir lüks değildir, sevgi bir iştir...
Yaşamın iyiliğine o kadar özen gösterin ki onu çevrenize yaymak için istek duyun...
Sonsöz, G. Brooks’un şu şiiri: "Tükenmek üzere şu kısacık an Yakında yok olacak Ve ister altından yapılmış İsterse acıyla yüklü olsun Bir kez daha aynı kılıkla Karşına çıkmayacak..."

HAYATIMI YENİDEN YAŞAYABİLSEYİDİM...

Emma Bombeck, Avustralya’da kanserden öldü. Ölümünden hemen önce şunları yazdı: “Hayatımı yeniden yaşayabilseydim; Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım. Daha az konuşur; daha çok dinlerdim. Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; şömineyi yakmak isteyen biri olduğunda, ona engel olmaz; yerler leke olacak diye korkmazdım. Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım. Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım. Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim. Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum. TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim. Ömür boyu garantilidir denen hiçbir şeyi satın almazdım. Hamileliğimin bir an önce sona erip doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Bu o kadar nadir bir olay ki… Mucize gibi birşey… Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla ‘Önce git, ellerini yüzünü yıka’ demezdim. Onlara, daha çok ‘Seni seviyorum’, ondan da çok ‘Özür dilerim’ derdim. Başka bir hayat verilseydi, en çok yapacağım şey, her dakikasını değerlendirmek olurdu. Dikkatle bak. Gerçekten gör. Yaşa. Vazgeçme. Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç. Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı, beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin. Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor. Umarım, her gününüzü değerlendirirsiniz.”

BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ


Çogu insan eksik düsündügü yönlerini göstermek istemez. Eksikliklerini herkesten saklamanin daha büyük bir eksiklik oldugunu anlamaz. Asagidaki hikayeyi okudugunuzda bir eksikligin üstünlüge nasil dönüstügünü göreceksiniz.
"9 yasindaki bir Japon çocugun en büyük hayali, günün birinde çok iyi bir judocu olmaktir. Fakat talihsiz bir trafik kazasi sonucu sol kolunu tamamiyle kaybeder. Hem çocuk, hem de ailesi yikilir. Ailesi sirf çocuk oyalansin diye, Japonlarin en ünlü hocalarindan birini tutar.
Hoca kollari sivar, çocuga tek kolla yapabilecegi yegane firlatma hareketini ögretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalisirlar. Bir müddet sonra çocuk, hareketi gayet iyi ve hizli bir sekilde yapmaya baslar, fakat hocasi çocuga her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler ögrenmek istedikçe hocasi bu hareketi dünyada en hizli yapan kisi olana dek çalismasini ve baska hareket ögretmeyecegini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yildirim hiziyla yapmaya alisir. Bunun üzerine hoca çocuga artik bir turnuvaya katilma zamaninin geldigini söyler. Olacak sey degildir. Tek kollu bir judocu, tek hareketle turnuvaya katilacak. Çocuk itiraz ettikçe hocasi "Evlat, sen ögrendigin hareketi yap, gerisini merak etme diye ögütte bulunur.
1.tur, 2.tur derken çocuk turlari gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocugun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocasi yine sakindir, "evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter" der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hizi ile uygular, rakip kalktikça ayni hareketi yineler. Inanilir gibi degildir, çocuk tek kolla, tek hareket sayesinde sampiyon olmustur.
Çocuk dayanamaz ve hocasina sorar "hocam inanamiyorum ben nasil sampiyon oldum?" der. Hocasi yine sakin ifade ile söyle cevaplar: "Bu zaferin iki sirri var oglum. Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. Ikincisi, bu harekete karsi tek bir savunma vardir. O da hareketi yapanin sol kolunu tutmak!..."

BEKLEMEYİN...




· Nazik olmak için bir gülümseme beklemeyin...


· Sevmek için sevilmeyi beklemeyin...


· Bir arkadaşın değerini anlamak için, yalnız kalmayı beklemeyin...


· Çalışmaya başlamak için en iyi işi beklemeyin...


· Biraz paylaşmak için çok olmasını beklemeyin...






· Öğütleri hatırlamak için, düşmeyi beklemeyin...


· Dua ’ya inanmak için acıları beklemeyin...


· Yardım edebilmek için zamanınız olmasını beklemeyin...


· Özür dilemek için diğerinin acı çekmesini beklemeyin...






· … ne de barışmak için ayrılığı Beklemeyin...

POLYANNA'NIN MUTLULUK SIRLARI


Evimi bir parti sonrası temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam, bir çok arkadaşım var demektir.

Faturalarımı ödeyebiliyorsam, bir işim var demektir.

Pantolonum biraz sıkıyorsa, aç kalmıyorum demektir.

Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığını görüyorum demektir

Otobüsten indiğim yerden işyerime yolu uzun buluyorsam,
yürüyebiliyorum demektir.

Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyor ve bu eleştirileri
başkalarından da duyuyorsam, konuşma özgürlüğümüz var demektir.

Otobüs beklerken yanımdaki adam anahtarları ile oynuyor ve ben bu sesten rahatsız oluyorsam, duyuyorum demektir.

Camları silmem , çatıyı onarmam gerekiyorsa bir evim var demektir

Doğal gaz faturam yüklü geliyorsa, ısınıyorum demektir.

Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırlarım varsa, yığınla giyeceğim var demektir.

Çalar saatim sabahın köründe çalıyorsa yaşıyorum demektir

Aksamları kendimi yorgun hissediyor ve bacaklarım ağrıyorsa , O gün üretici olmuşum demektir.

VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABİLİYORSAM MUTLUYUM DEMEKTİR

Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için, onlara göre bir ruhumuz olması gerekir;
yoksa onlarda, kendi çamurumuzu görürüz.
Doğru bir kürek suda eğri görünür.
Önemli olan, bir şeyin görülmesi değil, nasıl görüldüğünün bilinmesidir.

Mutluluk sorunsuz bir yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneği demektir.

Hayatı yenecek kadar güçlü, hayattan beklentilerini alacak kadar umutlu, umudunu yitirmeyecek kadar inançlı, mutlu ve sevgi dolu günler sizlerin olsun...

Alıntıdır

ANNESİZ BİR GÜNE UYANMAK


Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı. Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail'in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla... Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''Bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. "Yaşlı amca!'' dedi. "Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.'' Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım. Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu. Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı. İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti. Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!'' Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''İnşallah!'' dediler. Beraber, yoğun bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat on buçukta yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk. Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse..'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça... Saatler on buçuğu gösterdiğinde, yoğun bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti. Günlerdir hastanede uykusuz, sağa sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin ''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu. Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir-i İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki? Aynı gün, ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım. Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...


ATİLLA DURSUN