11 Haziran 2009 Perşembe

Havuç, Yumurta, Kahve.......Siz hangisisiniz?

Bir baba ile kızı dertleşiyorlarmış. Kızı hayatında çok sıkıntı yaşadığının ve bunlarla nasıl baş edeceğini bilemediğini
söylemiş babasına. Hatta sorunlar ardı arkasına devam ediyormuş hayatında.
Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve ´gel, sana bir şey göstereceğim!´ diye kızını mutfağa götürmüş.
Baba ünlü bir aşçı imiş. Ocağa 3 tane eşit büyüklükte kap koymuş, 3´ünede eşit su koymuş ve 3´ününde altını aynı
miktarda yakmış. Ve 1. kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise de bir avuç çekilmemiş kahve
çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Masaya
2 tane tabak ve bir tane boş bardak koymuş ve, ilk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş.
Daha sonra artık epey pişmiş olan yumurtayı alıp bir tabağa koymuş. En sonunda da artık suya iyice
sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahve´yi de alıp bir bardağa boşaltmış.
Kızına şu soruyu sormuş : ´Kızım ne görüyorsun? ´
Kızı demiş ki : ´Havuç, yumurta ve kahve.´
Kızını elinden tutup masaya yaklaştırıp daha yakından bakmasını ve hissetmesini istemiş.
Kızı demiş ki : ´Ne görüyorum.. Haşlanmış yumuşak bir havuç (Bunu yaparken çatalı havuç ´a batırmış ve
yumuşaklığını hissetmiş), artık pişmekten içi katılaşmış bir yumurta (yumurtayı eline almış, hatta bir tarafından
masaya vurup, çatlatmış ve içini görmüş) ve bir bardak kahve.´ (Biraz içmiş) ´Hatta tadı oldukça iyi´
´Baba, bunu niçin bana gösteriyorsun?´ diye sormuş. ´Bak demiş, hepsi aynı şekil kapta , aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler.
Havuç ilk başta sertti, güçlü idi. Ama kaynatılınca yumuşadı hatta güçsüzleşti. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe
dokunsan çatlayabilirdi, ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti,
hepsi birbirine benziyordu, ama ısıtılınca ne oldu, bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler, ve içinde oldukları
suya yayıldılar. Koku yaydılar, tad yaydılar ve suyu eşsiz tad´da bir kahve´ye çevirdiler.´
´Kızım sen hangisisin ? diye sormuş adam. ´Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun ?´
´Sen havuç musun, yumurta mısın, yoksa kahve misin ?´ Siz hangisisiniz arkadaşlar? Havuç gibi sert bir kişi misiniz, ama sorunlar yaşayınca , yumuşuyor ve güçsüzleşiyor musunuz?
Yumurta gibi, içi yumuşak, her an kırılabilir bir kişi misiniz ?
Sorunlar karşısında (ölüm, ayrılık, krizler, vs.vs, ) , güçleniyor ve sertleşiyor musunuz ?
Yoksa bir kahve çekirdeği gibi misiniz? Kahve sıcak suyu değiştirir, hatta suyun sıcaklığı en üst
dereceye çıktığında, en lezzetli kahve ortamı hazır olur. Lezzet maksimuma ulaşır. Eğer sen bu kahve
çekirdeği gibi isen, çevrende ne kadar sorun olursa olsun, bunları olumluya çevirebilirsin.
Çevrene güzel tadlar, duygular katarsın. Kendini ve çevreni daha iyi yapmak için çalışırsın.
Siz hangisisiniz ?




--------------------------------------------------------------------------------

İNSAN Olabilmek

EĞER Bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
Ve bunun sebebini senden bildikleri zaman,
Eğer sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen
Eğer sana kimse güvenmezken, sen kendine güvenir
Ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen
Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan,
Veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
Ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
Bütün bunlarla beraber, ne çok iyi, ne de çok akıllı görünmezsen
Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen
Eğer zafer ve yenilgiyle karşılaşır
Ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen
Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin, bazı alçaklar tarafından
Ahmaklara tuzak kurmak için değiştirilmesine katlanabilirsen
Ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yakıldığını görür
Ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen
Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
Ve bir yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen
Ve Kaybedip yeniden başlayabilir
Ve kaybın hakkında bir kelimecik olsun bir şey söylemezsen
Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile onları işine yaramaya zorlayabilirsen
Ve kendine ´Dayan´ diyen iradenden başka bir güç kalmadığı zaman
dayanabilirsen
Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
Ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen
Ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitebilirse
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen
Eğer bir daha geri dönmeyecek olan dakikayı , altmış saniyede koşarak
doldurabilirsen
Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası, sen bir İNSAN olursun.

Hayat Ertelemeye Gelmez

Hayatta neleri ıskaladığımızı hiç durup bir düşündünüz mü? Bir şeyi tercih ederken aslında nelerden vazgeçtiğimizi?
Nasılsa hep birlikteyiz diye en yakınlarımızdan neleri esirgediğimizi? Neyse, bu hafta olmadı, haftaya inşallah
diyerek neleri, belki bir ömrü ertelediğimizi? Bu kadar emin miyiz bizim için veya sevdiklerimiz için bir yarın olduğuna
gerçekten? Peki ya yoksa
15 dakikalık uyku için güzel örtülerde peynirli, domatesliÿ; ballı, kaymaklı kahvaltıdan vazgeçiyoruz, kuru bir
simide talim oluyoruz. Servise bindiğimizde sıcacık bir gülümsemeyi ve hatta bir ;Günaydını esirgiyoruz iş
arkadaşlarımızdan. İşe gelince de sıradan bir Nasılsın? deyip arkadaşımıza, cevabını bile dinlemeden telaşla işe
girişiveriyoruz. "Dün buradaydı ve iyiydi, nasılsa yarın da burada olacak" diye mi düşünüyoruz? Peki ya yarın işe
geldiğimizde onun acı bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini öğrenirsek
Çocuğumuz bacağımıza sarılıp çekiştirdiğinde Şimdi olmaz, şu bulaşığı bitirmem gerekiyor. ya da
Dur şimdi, önemli bir haber izliyorum, görmüyor musun? diyerek küçük bir öpücüğü, bir kucaklaşmayı bile
erteliyoruz çok zaman. Zaman ilerlediğinde, çocuğumuzun küçüklüğü hakkında bir şeyleri hatırlamak isteyip de
hatırlayamadığımızda artık çok geç olmayacak mı?
Yağmurda şemsiye açıyoruz, şöyle deli gibi ıslanılacak kaç yağmur daha görebileceğimizi bilmeden 20 dakikalık
yol için otobüse biniyoruz, ne zamana kadar yürüme kabiliyetine sahip olacağımızı bilmeden ya da engelli birinin
yürümek için neler verebileceğini düşünmeden
Her tercih bir vazgeçiştir aslında
Takip ettiğimiz bir diziden vazgeçmemek uğruna, arkadaşlarla yapılacak hoş sohbetlerden vazgeçiyoruz.
Para, kariyer, şöhret uğruna ailemizden, dostlarımızdan, değerlerimizden ve hatta hayatımızdan vazgeçiyoruz.
Hangi zamanı kimlerden çalıyoruz, çantada keklik gibi gördüklerimizden mi?
Sokakta kafamız önümüzde yürüyoruzÿ; öten kuşları, yeşeren ağaçları, flüt çalan küçük çocuğu, size bakıp
gençliğini hatırlayan yaşlı teyzeyi bile fark etmeden, öyle, hızlı hızlı geçip gidiyoruz hayatın kıyısından.
Ya da hayat geçiyor bizim kıyılarımızdan ve bir türlü uzanıp yakalayamıyoruz. Çünkü hep yetişilecek bir yerler
oluyor hayatta, hep yetiştirilecek bir işler, hep kaçırılmaması gereken otobüsler, uçaklar
Peki ya kaçırdıklarımız, yetişemediklerimiz ve tabii yetişilemediklerimiz
Şöyle bir hikaye anlatılagelir:
Meksika´da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor.
Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol
aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar.
Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup
tekrar yola koyuluyorlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, ´Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere
bekledik?´ Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel kiÿ; ´Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok
uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...´
Bir gün geri dönüp baktığımızda her şey için çok geç olacak, ve muhtemelen ruhlarımız taaa çocukluğumuzda
kalmış olacak, saf, temiz ve yavaş. Ve sadece pişmanlıklarımızı yaşayacağımız bir hayatımız bile olmayacak.
O zaman Yarın değil bugün, hemen şimdi

İNSANLAR

Bir erkek aslan bir göl kıyısında uyukluyordu. Yalnız yaşayan, büyük, yaşlı bir aslandı bu.
Biraz önce avlanıp karnını doyurmuştu. Güneşin sıcak ışığı sapsarı, gür yelesini ısıtıyordu. Esnedi.
Ağzını açtığı zaman upuzun, sipsivri dişleri ortaya çıktı. Hayatından memnundu.
İnsanlar sinsice ona doğru yaklaştılar. Beş genç erkek, iki kadın ve bir çocuk.. Hepsi de çırılçıplaktı.
Ellerinde ne bir silah ne de başka bir şey vardı. Sessizce yürüdüler.
Çalıların arasından koşarak saldırıya geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti.
Zavallı, ihtiyar aslan neye uğradığını şaşırdı. Pençeleri ve dişleriyle karşı koymaya çalıştıysa da
bu vahşi sürüye karşı hiçbir şansı yoktu. İnsanlar dişleri, tırnakları ve kaslı kollarıyla aslanın üzerine
çullanmış onu yumrukluyor, tekmeliyor, vahşice ısırıyorlardı. Gözlerinde kana susamış, öfkeli, anlamsız bir bakış vardı.
Kadınlardan biri aslanın gözlerini oydu. Bir adam hayvanın sağ ön bacağını kırdı. Bir diğeri burun deliklerini
parçaladı. Yelesini yoldular. Pençeleri söküldü.
Altı metrelik bir timsah güneşin altında kıpırtısız uzanıyordu. Onu orada öyle görseniz bir timsah değil de büyük,
devrilmiş bir kütük olduğunu sanabilirdiniz. Bu timsah açtı. Nehirden geçmesi muhtemel bir zebra sürüsünü pusuda
beklemekteydi. Zebralardan birini yakalayıp suda boğduktan sonra çiğ etini parçalayıp mideye indirecekti.
İnsanlar sessizce geldi. Güneşin altında yavaşça yürüyorlardı. Yerdeki gölgelerinin kolları iki yana açılmıştı.
Bu gölgeler sarı kumda dikkatle ilerliyordu. Her adımda bacakları dizlerden kırılıyordu. Bir sağ kol önde, bir sol kol..
Bir sağ, bir sol.. Sokuldular.
Ağaçların gölgesinde koşarak saldırıya geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti.
Timsah genç, kuvvetli ve diriydi. Açtı.. Fakat insanlara karşı hiçbir şansı yoktu hayvanın. Onlar daha arzuluydu.
Önce timsahın gözlerini oydular. Genç erkeklerin ikisi timsahın ağzını kapalı tutmak için uğraşırken, bir tanesi de
hayvanın uzun ve kaslı kuyruğuna sarılmıştı. Geriye kalanlar hayvanın başını tekmeleye tekmeleye onu öldürdüler.
İnsanlar hırslarını alamamış vurmaya devam ediyordu. Halbuki timsah çoktan ölmüştü.
Büyük gri fil yalnızdı. Sivri, uzun iki dişi güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Güneşin sıcaklığı hayvanı bunaltmıştı.
Serinleyebileceği bir su birikintisi arıyordu. Ağır ağır yürümekteydi. Heybetli gövdesinin ağırlığı attığı her adımda
yerin biraz sarsılmasına neden oluyordu. Hortumu uzun ve kaslıydı.
Birdenbire bir insan sürüsü saklandığı yerden fırlayıp koşarak file saldırdı. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Çocuk da yürüyerek onların peşinden geldi.
Genç erkekler yerden sıçrayıp filin üzerine çıktılar. Bir tanesi hayvanı hortumundan yakaladı. Zaten güneşin altında
saatlerdir yürümekte olan yorgun fili uzunca bir uğraştan sonra yere devirmeyi başardılar. Hayvan büyük, kalın bir
ağaç kütüğünün yanından geçerken iki erkek diğer taraftan onu iterek yere yıkılmasını sağladı. Büyük gövde yere
çarptığında tok bir ses duyuldu. Tozlar havaya kalktı.
Gözlerini oydular. Dişlerinden yakalayıp bu uzun, kalın, parlak ve beyaz dişleri kırdılar. Kuyruğunu kopardılar.
Kafasına vura vura hayvanın canını aldılar.
Köpekbalığı saldırıya hiç hazırlıklı değildi. Hayvan çok açtı. Suda bulduğu her şeyi büyük bir iştahla yutuyor, fakat
küçük balıklar ve sudaki insan pisliği ona kafi gelmiyordu. Daha büyük, daha doyurucu bir av bulmak için yüzüyordu.
Sonunda av onu buldu. O sırada sığ sularda yüzmekteydi.
Birden burnunda korkunç bir acı duydu. Bir şey korkunç bir hızla burnuna çarpmıştı. Başka bir şey de gövdesini
üst yüzgecinin önünden ve altından kavramıştı. Hareket edemiyordu. Boşa çırpındı.
Gözlerini oydular. Yüzgeçleri parçalandı. Burun delikleri yırtıldı. Tekmelenip yumruklanarak öldürüldü. Bu Dünya
dan göçüp gitti.
Kartalı avlamaları çok kolay oldu. Tüm mesele o kaçmadan, kanat çırpıp havalanmadan onu yakalayabilmekti.
Bunu yapabilmek için hayvana sinsice arkadan sokuldular. Kartal hiçbir şeyden şüphelenmedi. Hiçbir şey hissetmedi.
O sadece, yamacın dibindeki geniş ovaya ve birazdan geniş kanatlarıyla fethedeceği mavi, uçsuz bucaksız, berrak
gökyüzüne bakıyor, bir av bulabilmek için gökleri ve otların arasını keskin gözleriyle tarıyordu.
Bacaklarından tuttular. Kanat çırptı ama faydasız. Havalanamıyordu. Bir el haince uzanıp boynunu kırıverdi kuşun.
Tüylerini yolup bacaklarını kopardılar. Onun da gözleri oyuldu. O çok uzakları gören, keskin, güzel gözlerini
tırnaklarıyla oydular. Göz boşluklarından kan iki ince çizgi halinde süzüldü. Kanlı gözyaşları gibi aktı.
Küçük bir çocuk tek başına oynuyordu. Bir parkta. Öğleyin.. Sıcak.
Tahterevalliyle salıncağın arasından koşarak geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Yanlarındaki çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti.
Çocuğu başına vurarak öldürdüler.
Gözlerini oydular.
Kulaklarını kopardılar.
Küçük bedenini parçaladılar. Göğüs kafesini kırıp kalbini çıkardılar.
Sürüdeki küçük çocuk, büyük bir keyif ve istekle akranının üzerine çullandı.
Kardeşine saldırdı.
Ve onu paramparça etti.

Gelin hayvan olun

İnsanoğlu öldürmeyi kendine meslek seçen tek canlı türüdür.
Okey masasında kavga eder, öldürür.
Yatakta sevişmedi diye öldürür.
Yan baktın, hava attın der, öldürür.
Hırsızlık eder, öldürür.
Tecavüz eder, öldürür.
Sever öldürür, sevmiyor diye öldürür
. Velhasılıkelam insan denilen iki ayaklı mahlûkat eline geçen her fırsatta öldürür.
Sonra da kalkıp, hayvanatın vahşi doğasını anlatan belgeseller çekerler.
Aslanın ceylan avını, kurdun yaşam savaşını, bir ayının kendine saldıran avcıya karşı koymasını zevkle seyreder.
Ama bilmez ki doğadaki gerçek vahşet insanlığın tarihidir.
Çünkü yaşamlarının her noktasında tüketmeye endeksli bir tavır sergileyen insan, yaşama hakkını da tüketmekten hiç çekinmez.
Toplu ölümler konusunda uzman yetiştirebilmek adına Silahlı Kuvvetler bile tesis eder.
Çünkü insan bencildir.

Çıkarları için ölürmeyi meslek olarak yapacak kadar bencildir hem de.
1994 yılı Ruanda katliamını hatırlayın lütfen.
Yüz gün içinde 800.000 insan satırlarla öldürüldü.
Çağdaş ve muasır diye adlandırdığınız Avrupa ülkelerinden biri de bu savaş süresince taraflara tam 500 bin adet satır sattı.
Öldürmekten zevk alan, ölümü şeref sayan ve bu iki kesimin sırtından silah satarak para kazanan sizsiniz.
Siz insanlarsınız.
Eti çatalla yemeyi marifet sayıp, ufacık bebekleri katledebilecek kadar acımasız olan siz insanlar.
Aslında vahşi doğa belgeselleri biz hayvanları değil, ruhu kanla kaplanmış olan insanları göstermelidir.
Habere bakın Allah aşkına
İsrail´de doktor binbaşının Gazze´deki bir hastanede aralarında Filistinlilerin de bulunduğu çocukları tedavi ettiği, geceleri ise savaş helikopteriyle Filistinlilere saldırdığı belirlendi
Doktor ve binbaşı;
İki zıt mesleği taşımaya çalışan zavallı.
Bir yanda hayat kurtarmak için mücadele edecek, diğer yanda hayatları yok etmek için elinden geleni yapacak.
Ve utanmadan bundan gurur duyacak.
Şu bir gerçek ki; vahşi doğa belgesellerinin gerçek kahramanları olan insanoğlunun, biz hayvanlardan öğrenmesi gereken çok şey var.
Hayvanlığı öğrenmelisiniz.
Ya da sırtınızda taşımaktan onur duyduğunuz kanla süslenmiş urbalarınızla yüce insanlık nutukları atmaktan vazgeçmelisiniz.
Hiçbir hayvan gündüz tedavi edip, gece öldürmez.
Hiçbir hayvan saçma sapan ilkeler uydurup, binlerce hemcinsini asmaz.
Hiçbir hayvan ideolojiler arkasına sığınıp, Sibirya kampları kurmaz.
Hiçbir hayvan toplumu kamplaştırmak adına sinsice planlar peşinde koşmaz.
Hiçbir hayvan çıkarları uğruna katliamlar yapmaz.
Siz beni dinleyin.
Kanla yazılmış insanlık tarihinizi
Soykırımlarla süslenmiş şanlı geçmişinizi
Bir varil petrol uğruna yaptığınız savaşlarınızı
Bir kez daha hatırlayın.
İnsan olduğunuzdan dolayı utanın
Ufalın
Ezilin
Pişman olun;
Çıkar savaşçısı bir cinsin ferdi olmaktansa
Hayvan olabilmeyi tercih edin.
Zor olduğunu biliyorum ama
Başarabileceğinizden ümitli de değilim ama
Yine de
Gelin biraz da hayvan olun

Mülteci kampında bir bayram sabahı

Ey İnsanlık!ayağa kalk ve ayarla kalbini Filistin’e .
Her zaman kinden daha fazla aç gözlerini görebilmek niyeti ile.
Filistin’e benzemeli tüm yüz hatlarımız ancak o zaman belki infilak eder insafsız yanımız...
Duyurmaya çalışan sesi dinleyin ,çok ıraklardan değil .
Bir çocuk sesi bu üstelik rengini kaybediyor gittikçe .Buğulaşıp sislere yem olan hayallerinin
bir sokak ortasında can çekişini izliyor ,dünyaya her zaman masumca merhaba diyen gözleri ile..
şimdi söyleyin kim makulleştirebilir o gözlerde bu hazin sahneleri?” Baba olmak istemiyorum” diyor
küçük Ubade gözlerini kısarak, bir bayram sabahı kendisini ziyaret ettiğim Suriye mülteci kampında..-
-Neden?diye sorduğumda
-ben mücahid olacağım Allah yolunda. Baba olursam tutmaya vaktim olmayacak ki çocuğumun ellerini.
Henüs; küçük Ubade,.sefil bir kampın lağım suları arasında İsrail böceklerini öldürsede
şimdilerde ,kendisi tüm yüreği ile aslında Filistin’de. Küçük bedeni sabırsızlaşıyor
bir an evvel büyümek için. O bile haberdar yıllar yılı süre gelen korkunç kıyımın zayiatindan..
amcam diyor ve tıkanıyor boğazında kelimeler gözlerini göğe kaldırıp amcam ellerimi bırakıp gitti cennete diyor özlemle .
-babamı hiç görmedim ”ya uhti” .sence babam beni tanır mı cennette?
…susuyorum ve bu kez gözlerinde denizleri biriktirmekten vazgecip Ubade ile ağlıyorum.
Birden gözyaşlarıma bir merhamet dokundu ve keskin bir bakış gözlerime kararlı bir şekilde baktı.
-abla bizim için ağlama ne olur. biz yetim olsakta peygamberde yetimdi unutma. hem oysa ümmeti
için ağlayan peygamberdi. Birak ben ağlıyayım sana
…evet ağla çocuk, hiç görmediğin şehit baban hatrına ağla. Ellerini bırakıp gönlünden
tutan şehit amcan adına ..ve çocuk sen ağla ki küffar boğulsun gözyaşlarında.
“ya uhti la tebki”(ablacım ağlama) dediğin ve yıllarca senden bihaber olan vefasız ablan için ağla.
Ey şehit oğlu sen küçük bedenin koskoca yüreğinle intifada meşalesini taşıyacak olansın .
sen ağla ki yalancı gözyaşlarımız utansın .sen ağla ki; en ufak bir sıkıntıda
pes eden, taviz veren ,zaafiyet gösteren , tağuda Müslüman (teslim) olanlar ve seni unutanlar
şemsiyesiz kalsınlar... Buharlaşsın ne olur efkarlı bakışların ve yükselsin semaya, rahmete
ihtiyacımız var! Yağ üzerimize ey cocuk ! ruhumuz metaryalizmin pasından temizlensin.
Ve açtığın ellerinde okşadığın güvercinleri dua niyetine bizede uçur ..
seni ziyaret etmek, yüreğinden öpmek istemiştim ama yalanla ,riyayla kirlenmiş dudaklarımı
o safiii yüreğine dokundurmaktan ar ettim. Ziyaret etmek ne basitçe.. bir tarih müzesini
gezmeye gelir gibi gelmiştim oysa. Filistin mülteci kampında bir bayram geçirmek ve
bir türlü inanamadığım Filistin gerçeğini görmek için gelmiştim. Oysa hep ellerimizde
kahvelerimizle sinema seyreder gibi veya rasgelirse bir haber saatinde bir iki dakikalık
yutkunmalık anımsamalarımız vardı sizlere dair.sonrasında hayatin meşgalesine dalıp
“ene”mizi tatmin etmenin derdiyle debeleniyordik... Bu mülteci kampında, varlığını yeni
yeni hissettiğim yüreğimle kirlenmiş bir şekilde misafirinizim. beni yüreklerinize bu pasaklı
halimle kabul ettiğiniz için ağlıyorum. ..siz bütün ömrümce bir ihtar olacaksınız inşallah yüreğime.
İhtiras ve hırsın pencesinde duygularımızı, kardeşliğimizi , dinimizi kurban vermeyeceğim bi iznillah.
Şahid ol ey şehit oğlu! yüreğini şahit tut ki yüreğime, belki senden utanırda sözümde dururum.
belki “ey rabbim ubade hatrına beni sabit kıl davamda” diye dua etmeye yüzüm olur…