9 Temmuz 2008 Çarşamba

PİNTER NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ ALDI

Nobel edebiyat ödülünün sahibi Pinter, Londra’nın işçi kesiminin yaşadığı banliyölerinden birinde, Hackney’de 10 Ekim 1930’da dünyaya geldi. Yahudi bir terzinin oğlu olan Pinter, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kentten ayrıldı. Londra’ya 14 yaşında geri döndü. Pinter daha sonraları savaş hakkında “Bombalanma durumu, fikri beni asla terketmedi” dedi. İlk önce Hackney Downs Dil Okulu'nu bitirdi. O yıllarda tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Okuldayken en sevdiği yazarlar Kafka ve Hemingway’di. Liseden sonra Kraliyet Drama Sanatları Akademisi’ne (Royal Academy of Dramatic Arts) girdi. İki mutsuz yılın ardından okulu bıraktı. 1949 yılında askere gitmeyi reddettiği için yargılandı, ancak para cezasıyla hapse girmekten kurtuldu. 1950 yılında Harold Pinta adıyla Poems dergisinde şiirlerini yayınlamaya başladı. BBC radyo programlarında çalıştı. 1957 yılında ilk oyununu (The Room – Oda) Bristol Üniveristesi için 4 günde yazdı. İlk radyo eseri A Slight Ache, 1959 yılında BBC’de yayınlandı. Pinter’ın oyunları genellikle tek bir oda içerisinde geçer. Oyun kişileri, temel niyetleri bilinmeyen bazı güçler ya da kişiler tarafından tehdit edilir. Bu karakterler pek çok kez hayatta kalmak ya da kişiliklerini korumak için derin bir mücadeleye girmek zorunda kalırlar. Oyunlarında genelde insanların gündelik konuşmalarının çözümlemesini yapar, İnsanlar üzerindeki baskıyı işler. İlk eserlerinde işçi sınıfına mensup insanların içinde bulundukları olumsuz koşullara, maddi zorluklara ve bunun ruhlarına yansımasına ve onların hayal kırıklıklarına değinmiştir. Pinter'ın oyunları soyadına atıfla 'Pinteresque' denilen kendine özgü bir tarz yarattı. Oyunlarında sessizliği, gizemi ve kısa konuşmaları kullanarak bir gerilim ve tehdit havası oluşturuyordu. Erotik fanteziler, takıntılar, kıskançlık ve nefretten örülü diyaloglar kuruyordu. Pinter oyun yazarlığı yanında birçok tiyatro oyunu yönetti ve film senaryosu yazdı. Bazı edebi eserleri sinemaya uyarladı. 'Hizmetçi,' 'Kaza,' 'Arabulucu' adlı filmlerin senaryosunu yazdı. John Fowles'un 'Fransız Teğmenin Karısı' adlı romanını ve kendi yazdığı 'İhanet'i sinemaya uyarladı. Nobel Edebiyat Ödülü'nü alana kadar birçok ödülün sahibi oldu. On dört üniversiteden onur derecesi aldı. Pinter çağının sorunlarına karşı duyarsız bir yazar olmadı. Edebi ürünleriyle olsun, konuşmalarıyla olsun politikanın içinde oldu. Devlet iktidarının kötüye kullanılmasına karşı çıktı. İnsan hakları ve demokrasiyi siyasi düşüncesinin temeline yerleştirdi. Şili Devlet Başkanı Allande’nin 1973 yılında devrilmesinden ilk büyük eylemini gerçekleştiren Pinter, insan hakları konusunda aktif bir kişilik olarak bilinmesine karşın, fikirleri genelde tartışma konusu oldu. 2002'de İngiltere'nin Amerika ile ortak olmasından utanç duyduğunu belirtti. İngiltere ve Amerika'nın Irak işgalini eleştirdi. Aynı yıl, savaş karşıtı şiirlerden oluşan bir kitap yayımladı. Pinter'in bu şiir kitabı da ödül aldı. 2004'te İngiltere Başbakanı Tony Blair'e karşı başlatılan kampanyada yer aldı. Şubat 2005 tarihinde oyun yazarı olarak kariyerini sonlandırdığını açıklayarak bütün enerjisini siyasete vereceğini açıklayarak “29 yıldır oyun yazıyorum. Bu yetmez mi?” demişti.Pinter iki defa evlendi. Şimdiki eşi, roman ve tarih yazarı Lady Antonia Fraser. Pinter'in en büyük hobisi kriket oynamak. İngiltere'deki bir kriket kulübünün başkanı. İki yıldır gırtlak kanseri. Fakat tedavisinin başarılı geçtiği bildiriliyor.ESERLERİOyunları: THE ROOM (1957); THE BIRTHDAY PARTY (1957); THE DUMB WAITER (1957); A SLIGHT ACHE (1958); THE HOTHOUSE (1958); THE CARETAKER (1959); SKETCHES: The Black and White; Trouble in the Works (1959); Last to Go; Request Stop; Special Offer (1960); That’s Your Trouble; That’s All; Interview(1964); A NIGHT OUT (1959); NIGHT SCHOOL (1960); THE DWARFS (1960); THE COLLECTION (1961); THE LOVER (1962); TEA PARTY (1964); THE HOMECOMING (1964); THE BASEMENT (1966); LANDSCAPE (1967); SILENCE (1968); SKETCH Night (1969); OLD TIMES (1970); MONOLOGUE (1972); NO MAN’S LAND (1974); BETRAYAL (1978); FAMILY VOICES (1980); and with VICTORIA STATION and A KIND OF ALASKA under the title OTHER PLACES (1982); SKETCH Precisely (1983); ONE FOR THE ROAD (1984); MOUNTAIN LANGUAGE (1988); THE NEW WORLD ORDER (1991); PARTY TIME (1991); MOONLIGHT (1993); ASHES TO ASHES (1996); CELEBRATION (1999); SKETCH Press Conference (2002)Senaryoları:THE CARETAKER (1962); THE PUMPKIN EATER (1963); THE SERVANT (1963); THE QUILLER MEMORANDUM (1965); ACCIDENT (1966); THE BIRTHDAY PARTY (1967); THE GO-BETWEEN (1969); THE HOMECOMING (1969); LANGRISHE GO DOWN (19701978’de TV için adapte edildi; A LA RECHERCHE DU TEMPS PERDU (1972) filme çekilmedi; THE LAST TYCOON(1974); THE FRENCH LIEUTENANT’S WOMAN (1980); BETRAYAL (1981); VICTORY (1982) filme çekilmedi; TURTLE DIARY (1984); THE HANDMAID’S TALE (1987); REUNION (1988); THE HEAT OF THE DAY (1988); THE COMFORT OF STRANGERS (1989); THE TRIAL (1989); THE DREAMING CHILD (1997) filme çekilmedi; THE TRAGEDY OF KING LEAR (2000) filme çekilmedi.Yönettiği oyunlarıTHE COLLECTION (Peter Hall ile) (1962); THE LOVER and THE DWARFS (1963); THE BIRTHDAY PARTY (1964); Robert Shaw’un THE MAN IN THE GLASS BOOTH Londra (1967) ve New York (1968); James Joyce’un EXILES (1970); Simon Gray ‘in BUTLEY (1971); John Hopkin’in NEXT OF KIN (1974); Simon Gray ‘in OTHERWISE ENGAGED Londra (1975) ve New York (1977); William Archibald’ın THE INNOCENTS New York (1976); Noel Coward’un BLITHE SPIRIT (1976); Simon Gray ‘in THE REAR COLUMN (1978); Simon Gray ‘in CLOSE OF PLAY (1979); THE HOTHOUSE (1980); Simon Gray ‘in QUARTERMAINE’S TERMS (1981); Robert East’in INCIDENT AT TULSE HILL (1981); Jean Giraudoux’nun THE TROJAN WAR WILL NOT TAKE PLACE (1983); Simon Gray ‘un THE COMMON PURSUIT (1984); ONE FOR THE ROAD (1984); Tennessee Williams’ın SWEET BIRD OF YOUTH (1985); Donald Freed’in CIRCE AND BRAVO (1986); Jane Stanton Hitchcock’un VANILLA (1990); PARTY TIME and MOUNTAIN LANGUAGE (1991); THE NEW WORLD ORDER (1991); David Mamet’nin OLEANNA (1993); LANDSCAPE (1994); Ronald Harwood ‘un TAKING SIDES (1995); Reginald Rose’un TWELVE ANGRY MEN (1996); ASHES TO ASHES 1996; Simon Gray ‘in LIFE SUPPORT 1997; ASHES TO ASHES İtalya (1997); ASHES TO ASHES Fransa (1998); Simon Gray ‘in THE LATE MIDDLE CLASSES (1999); CELEBRATION and THE ROOM (2000); NO MAN’S LAND (2001); Simon Gray ‘in THE OLD MASTERS (2004)FilmlerBUTLEY (1974Kaynakça : Devlet Tiyatroları Resmi Sitesi

AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

1870'te İstanbul'da doğdu. Süleymaniye Mahalle Mektebi'nde, Dökmeciler'deki Taş Mektep'te, Aksaray'daki Mahmudiye Vakıf Rüşdiyesi'nde ve Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'nde okuduktan sonra girdiği Galatasaray Mekteb-i Sultanisi'nden 1888'de mezun oldu. 1893'den itirbaren Servet-i Fünun yazı ailesine katıldı. Hariciye Umur-i Şehbenderi (Konsolosluk hizmetleri) Kalemi'ne memur tayin olunan Ahmet Hikmet, görevli olarak Marsilya, Pire ve Kafkasya'da bulundu. 1896'da İstanbul'a dönerek ilk memuriyet yerinde Ser-halifeliği'ne atandı ve Meşrutiyet'e kadar Hariciye Nezareti merkezinde çalıştı. 1898'den 1908'e kadar Galatasaray Sultanisi'nde öğretmenlik de yapan Ahmet Hikmet, bir süre Nafia Nezareti Ticaret Müdiriyeti Umumisi'nde de bulunduktan sonra tekrar Hariciye Nezareti'ne döndü. 1913'te Peşte Başşehbenderi olan Ahmet Hikmet, 1918'de İstanbul'a döndü ve önce Abdülmecit Efendi'nin Ser-karinliği'ne atandı. 1926'da Ankara'da Dışişleri Bakanlığı Konsolosluk Hizmetleri ve Ticaret Genel Müdürlüğü'ne getirildi ve aynı yıl içinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı'na atandı. Anadolu - Bağdat Demiryolları ile Elektrik Şirketi İdare Meclisi azalıklarında da bulunan Ahmet Hikmet 19 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul'da karaciğer kanserinden öldü. Hikâye Kitapları: Leylâ Yâhut Bir Mecnunun İntikâmı (1891) Haristan ve Gülistan (1900), Çağlayanlar (1922)

İPEK ONGUN

1961 yılında Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nden mezun olan İpek Ongun, yazı yaşamına 1980'de yayınlanan Mektup Arkadaşları'yla başladı. Onu Kamp Arkadaşları ve Afacanlar Çetesi adlı çocuk kitapları izledi.Bunları izleyen Yaş On Yedi ve Bir Genç Kızın Gizli Defteri başlıklı yapıtlarıysa gençlik için yazılmış romanlardır. Gençlik romanlarından sonra, gençlere yaşama kültürü ve kişisel gelişim gibi konularda yardımcı olmasını amaçladığı bir üçlü yazdı. Adları Bir Pırıltıdır Yaşamak, Bu Hayat Sizin ve Lütfen Beni Anla olan bu kitapların ilki 1991 yılında TÜYAP'ta "Altın Kitap Ödülü"nü aldı. Ayrıca gençler için yaptığı bu çalışmalar nedeniyle kendisine Rotary Kulübü tarafından "1995-1996 Meslek Hizmetleri Ödülü" verildi. 1998 yılında da Oriflame Firması'nın 250.000 kişilik bir halk jürisine yaptırdığı anket sonucu yılın en başarılı kadın yazarı seçildi. Bu çalışmalardan sonra tekrar romana dönen Ongun, Bir Genç Kızın Gizli Defteri'nin devamı olan Arkadaşlar Arasında ve Kendi Ayakları Üstünde, Adım Adım Hayata ve İşte Hayat'ı yazdı. Sabah gazetesindeki yazılarını Yarım Elma Gönül Alma ve Sabah Pırıltıları adlı iki kitapta topladı. Evli ve iki kız annesi olan İpek Ongun, yazı yaşamını çok sevdiği Mersin'de sürdürmektedir.

AHMET YESEVİ

Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir. Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir. Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır. HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;Benim hikmetlerim hadîs hazinesidirKişi pay görmese, bil habistirBenim hikmetlerim süphanın fermanıOkuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamıdemektedir. Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir. Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir. Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür. Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir. "Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder. Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır. Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir. Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.
Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir. Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir. Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir. Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum. Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır. Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir. Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir. Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe diliniErenlerden işitsen açar gönül diliniAyet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlarAnlamına erenler başı eğip uyarlarMiskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmetFars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yiDaha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir. Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:Ey dostlar, cahil ile yakın olupBağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.Bir başka hikmetinde ise:Cahil ile geçen ömrüm nar sakarCahil olsan cehennem ondan çekinirCahil ile cehenneme doğru kılmayın seferCahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte demektedir. Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum. Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir. Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır. Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır. Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir. Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir. Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı. Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir. Nitekim, YesevîBenim hikmetlerim hadis hazinesidirKişi pay görmese, bil habistirBenim hikmetlerim Süphan'ın fermanıOkuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamıdemektedir. Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir. Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir. Dertsiz insan insan değil, bunu anlayınAşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyinGönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayınAğlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,Resûlullah sözün dedim mânâ hani.Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini, insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır. Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,Muhabbetin şevki ile can vermese,Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok. Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,Hor görülse nefsini öldürmesen,"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,Vallah, billah sende aşkın eseri yok. Hak zikrini can içinden çıkarmasan,Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok. Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlarSeherlerde canını incitip çalışanlar,Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,Ondan sonra erenlerin yolunu sor,Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,Bu yollarda can vermesen, imkânı yok. "İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde: Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,Mahşer günü dergâhına yakın ol,Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsızNamahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil safArslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.Gibi bir çok Hikmet söylemiştir. Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde iseİlim, iki inci, beden ve cana rehberdirCan âlimi Hazret'ine yakındırMuhabbetin şarabından içerÖyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,demiştir. Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:1.Allahın varlığına ve tekliğine inanmak, 2.Kur'ana uymak, 3.İslâm'a dayalı yolda yürümek, 4.İnsanın kendisini disipline etmesi, 5.Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak olarak özetliyebiliriz.Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :1.Hakk'ı bilmek, 2.Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,3.Cömert olmak, 4.Gerçekleri kabul etmek,5.Geçer ve doğru bilgili olmak, 6.Kanaatkar olmak, 7.Nefsine hakim olmak, 8.Kendini bilmek, 9.Gönül gözü ile görmek, 10.Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu. Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir. Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum. Çalış, kazan, ye, yedir,Bir gönül ele getirBin kâbe'den iyrektir,Bir gönül ziyareti.

NECATİ CUMALİ YAPITLARI

Şiir1943 Kızılçullu Yolu,1945 Harbe Gidenin Şarkıları,1947 Mayıs Ayı Notları,1951 Güzel Aydınlık,1954 Denizin İlk Yükselişi (İlk üç kitabı ve yeni şiirleri),1955 İmbatla Gelen,1957 Güneş Çizgisi,1968 Yağmurlu Deniz (Son iki kitabı ile yeni şiirler),1970 Başaklar Gebe,1974 Ceylan Ağıdı,1980 Aç Güneş,1981 Bozkırda Bir Atlı,1982 Yarasın Beyler.Öykü1955 Yalnız Kadın,1956 Değişik Gözle,1962 Susuz Yaz, Kitaba adını veren ilk öykü Metin Erksan tarafındanbeyaz perdeye aktarıldı (1963).Aynı öykü oyunlaştırılarak Şehir Tiyatroları'nda temsil edildi (1968),1969 Ay Büyürken Uyuyamam,1976 Makedonya 1900,1976 Kente İnen Kaplanlar.Roman1959 (Zeliş adıyla 1971),1973 Yağmurlar ve Topraklar,1974 Acı Tütün,1975 Aşk da Gezer.Oyun1959 Mine,1959 Oyunlar I (Boş Beşik, Ezik Otlar, Vur Emri),1969 Oyunlar II (Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin, Yeni Çıkan Şarkılar),1969 Oyunlar III (Nalınlar, Masallar, Kaynana Ciğeri),1969 Oyunlar IV (Derya Gülü, Aşk Duvarı, Zorla İspanyol),1973 Oyunlar V (Gömü, Bakanı Bekliyoruz, Kristof Kolomb'un Yumurtası),1981 Oyunlar VI (Mine, Yürüyen Geceyi Dinle, İş Karar Vermekte, Yaralı Geyik).Deneme1971 Niçin Aşk,1976 Senin İçin Ey Demokrasi,1982 Etiler Mektupları.Günce1987 Yeşil Bir At SırtındaÖdülleri1957 Sait Faik Hikaye Armağanı (Değişik Gözle adlı kitabıyla)1969 Türk Dili Kurumu Şiir Ödülü (Yağmurlu Deniz adlı kitabıyla)1984 Yeditepe Şiir Ödülü (Bütün Şiirleri I ile)

AZRA ERHAT

Hümanist görüşün temsilcilerinden çevirmen, deneme ve inceleme yazarı Azra Erhat 6 Eylül 1982'de İstanbul’da öldü. Azra Erhat 6 Haziran 1915’te İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Belçika’da yaptı. 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni bitirdi; Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1946’da doçent oldu. 1948’de aynı fakültedeki öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes’le birlikte, sol görüşlü olduğu gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırıldı. 1949-1950 arasında Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalıştı. Daha sonra Milletlerarası Çalışma Bürosu’nda kütüphanecilik yaptı. Yunan klasiklerinden yaptığı çevirilerle tanınan Azra Erhat’ın ilk çevirileri Tercüme dergisinde çıktı. A.Kadir’le birlikte Homeros’un İlyada destanından yaptığı çevirinin birinci cildi 1959’da Habib Törehan Bilim Ödülü’nü, üçüncü cildi 1961’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü aldı. İlayad’nın tam çevirisi 1967’de Odysseia 1970’te yayımlandı. Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte çevirdiği Hesiodos’un Theogania ve İşler ve Günler adlı yapıtlarıyla Hesiodos üzerine araştırma, 1977’de Hesiodos, Eseri ve Kaynakları adıyla basıldı. Sophokles, Aristophanes gibi yazarların yapıtlarını Türkçeye kazandırdı. Yeni Ufuklar dergisinin yazarlarından biri olan Erhat, bu dergi çevresinde gelişen hümanizm anlayışının öncüleri arasında yer aldı. Batı uygarlığının kökenini ve Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören Halikarnas Balıkçısı’yla aynı görüşleri paylaştı. Kültür tarihi yorumunu, bir grup aydınla birlikte başlattığı “Mavi Yolculuk”larla ve Mavi Anadolu (1960), Mavi Yolculuk (1962) adlarıyla yayımladığı gezi yazılarıyla yaygınlaştırmaya çalıştı. Denemelerinin bir bölümünü İşte İnsan-Ecce Homo (1969) ile Sevgi Yönetimi (1978) adlı kitaplarda topladı. Kendi alanının önemli kaynak kitaplarından biri olan Mitoloji Sözlüğü’nü (1972), Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı (1976) ve Troya Masalları (1981) adlı çocuk kitabı izledi. 1983’te adına, Yazko Çeviri Dergisi tarafından çeviri ödülü kondu.

ABDULLAH AYMAZ

Abdullah Aymaz (1949- ) Kütahya'nın Emet ilçesinin Hacımahmut köyünde dünyaya geldi. İlkokulu Hacımahmut köyünde okudu. İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslâm Enstitüsü'nü İzmir'de okudu. Lise yıllarında Gurbet dergisinde yazıları yayınlandı. Tire ve İzmir'de öğretmenlikler yaptı. 1978'de yayınlanmaya başlayan Sızıntı dergisinde yazıları yayınlandı. Özel vakıf idareciliği ve eğitim hizmetlerinde bulundu. 1988 yılından bu yana gazetecilik yapmaktadır. İsmail Yediler, Hüseyin Bayram, Safvet Senih gibi müstear isimlerle kitaplar neşretti. Halen Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı ve yazarıdır. Temiz bir Türkçe, net ve açık bir ifade, "sehl-i mümteni" vasfıyla nitelendirilebilecek cümleler; Abdullah Aymaz'ın Türkçesinin belirgin karakterlerini teşkil eder.Eserleri
Yaratılış ve Kader
Peygamberler
Kaderin İlmi İsbatı
Ölüm ve Diriliş
Kur'an ve İlimler
Zeka Tomrukları
Hep Taze Mucize
İbadetlerin Getirdikleri
Ruhlar ve Ötesi
Şüpheler Üzerine
Sen Yusuf musun?
Kelimeler Armonisi
Hadislerin Işığında Hadiseler
Onlar Yıldız Gibiydiler
Duyduklarım
Gördüklerim
Hatıralar Işığında
Mercan Mağaraları
Gaybın Haberleri
Hikmet
Dışa Yansıyan İç Dünyamız (1-2)
Miraç Şehsuvarı
Hücre Devleti

ARİF AY

Niğde’de doğdu (1953). İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Bir süre, A.Ü. İlahiyat Fakültesi’ne, bir süre de Erzurum Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne devam etti. GEE Türkçe Bölümünü ve G. Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Halk edebiyatı dalında mastır yaptı. İki yıl MTTB Ankara Başkanlığı yaptı (1974-76).Lise yıllarında başlayan şiir çalışmalarını Edebiyat Dergisi’nde sürdürdü. Öykü ve denemelerini de bu dergide yayımladı.

İSMAİL KARA

1955’de Güneyce/Rize’de doğdu. İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ni (1973), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü (1977) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü’nü bitirdi (1986). Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Dergâh Yayınları’nda çalışmaya başladı, bu müessese içinde Fikir ve sanatta Hareket dergisi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İslamî Bilgiler Ansiklopedisi ve Dergâh dergisinin yayın heyetinde yer aldı, Yayın Müdürlüğü yaptı. 1980’den itibaren öğretmenlik de yapan İsmail Kara “İslâmcılara göre meşrutiyet idaresi 1908-1914” başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru oldu (1993). Çalışmaları: Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (I, 1986; II, 1987; III, 1994). Hüseyin Kâzım Kadri’nin Ziya Gökalp’ın Tenkidi (1989), Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım (1991) kitaplarını ve Mızraklı İlmihal’i (1989) yayına hazırladı. Yakın dönem Türk düşünce tarihi ve din-siyaset ilişkileri üzerindeki araştırmaları Hareket, Dergâh, Tarih ve Toplum, Toplum ve Bilim dergilerinde yayınlandı.

ORHAN SEYFİ ORHON

23 Ekim 1890’da İstanbul’da doğdu. 22 Ağustos 1972’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1914'te Hukuk Mektebi’ni bitirdi. Meclis-i Mesuban’ın Kavanin Kalemi’nde memurluk, ardından gazetecilik ve öğretmenlik yaptı. Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul Hükümeti’ni destekleyen "Aydede" dergisinde çalıştı. 1946’da CHP’den Zonguldak miletvekili seçildi. 1950’de gazeteciliğe döndü. 1960’tan sonra Adalet Partisi’ne girdi. 1965’te bu partiden İstanbul milletvekili seçildi. 1922-1946 arasında Milliyet, Tasvir-i Efkar, Cumhuriyet, Ulus, Zafer, Havadis gazetelerinde mizah ve köşe yazıları yazdı. Yaşamının son döneminde Son Havadis gazetesinde yazarlık yaptı. İlk şiirleri arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları "Hıyaban" isimli dergide yayınlandı. 1917’de Yeni Mecmua’da çıkan şiirleriyle adını duyurdu. Türk şiirinde "Hecenin Beş Şairi" grubundan biri olarak ün kazandı. Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte Papağan, Güneş, Ayda Bir, Çınaraltı dergilerini çıkardı. Şiire Aruzla başladı. "Fırtına ve Kar" isimli uzun şiirinde bunun başarılı bir örneğini verdi. Daha sonra Milli Edebiyat ve Genç Kalemler akımlarının etkisinde kalarak hece veznine döndü. Hece ile yazdığı şiirlerinde yalın bir dil kullandı. Divan şiiri kalıplarını hece veznine uyarlayarak yazdığı gazel benzeri şiirleri de var. Yirmiden fazla şiiri bestelendi.ESERLERİŞİİR: Fırtına ve Kar (1919) Peri Kızı ile Çoban Hikayesi (1919) Gönülden Sesler (1922) O Beyaz Bir Kuştu (1941) Kervan (1946) İşte Sevdiğim Dünya (1965) DÜZ YAZI: Fiskeler (1922) Asri Kerem (1942) Dün Bugün Yarın (1943) Kulaktan Kulağa (1943) Hicivler (1950) Gençlere Açık Mektup (1951) Düğün Gecesi (1957)

ORHAN VELİ KANIK

Orhan Veli Kanık 13 Nisan 1964’te , İstanbul’da doğdu. Galatasaray’da başladığı öğrenimini , kısa bir süre sonra babasının atandığı Ankara’da sürdürdü. Liseyi bitirince İstanbul’a gelerek Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdiyse de , bir süre sonra öğrenimini yarım bıraktı. 1936’da Ankara’ya döndü ve askere gidene kadar PTT Genel Müdürlüğü’nde memurluk etti. Yedek subaylığını tamamlayınca , iki yıl kadar , gene Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı.1947’de , bu kurumda “antidemokratik bir hava” esmeye başladığını söyleyerek istifa etti. 1 Ocak 1949’da yayımlamaya başladığı , on beş günde bir çıkan , iki sayfalık “yaprak” dergisini 15 Haziran 1950’ye kadar yirmi sekiz sayı sürdürdü. Dergiyi çıkaramayacağını anlayınca Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gitti. Gene o yılın kasım ayı içinde , bir haftalığına geldiği Ankara’da bir gece , yolda , tamirat için kazılmış bir çukura düşerek ayağından yaralandı. İstanbul’a döndükten bir iki gün sonra bir arkadaşının evindeyken birdenbire fenalaşarak kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde , 14 Kasım 1950’de beyin kanamasından öldü. Varlık Yayınevi , Orhan Veli’nin beklenmedik ölümü üzerine , okurlardan gelen istekler doğrultusunda , “Bütün Şiirleri” adlı bir kitap derledi. Birinci basımı 1951’de yapılan bu kitapta , şairin 1945-1949 yılları arasında basılan beş kitabıyla , çoğu “varlık” dergisinde çıkmış olan ilk şiirleri bir araya getiriliyordu. Orhan Veli , şiirlerinin yanısıra düz yazı şeklinde de yazı yazmış , çeviriler yapmıştır. La Fontaine’nin masalları’nı dilimize çevirmiş ve bu çevirisiyle de ün yapmıştır. İlk şiirlerinde hece veznini ve kafiyeyi kullanmışsa da 1940’tan sonra vezni atmış , kafiyeyi umursamamıştır. Yeni şiire öncülük etmiştir. Ona göre şiirin görevi , gördüklerini , olduğu gibi , süslemeden verebilmekti. Şiirlerinin çoğunda bir olayı , bir hikayeyi yaşatır gibidir. Bunların çoğunda kahraman kendisidir. Orhan Veli’nin bir özelliği de İstanbul’a olan aşırı tutkusu ve şiirlerini onunla doldurmasıdır. Yalnız onun İstanbul’u tarih , saat ve kültür İstanbul’u değildir. Cıvıl cıvıl insanları , çiğnenmiş kaldırımları , yaşanmış aşkları , denizi , balıkları , rüzgarları , manzaraları ile insanı büyüleyen İstanbul’dur. Orhan Veli , özellikle son zamanlarında toplumu hicveden , sosyal çekişme eğilimli şiirler yazdı. Orhan Veli’nin eserleri ; ( şiir kitapları ) Garip ( 1941 ) , Vazgeçemediğim ( 1945 ) , Destan ( 1946 ) , Yenisi ( 1947 ) , Karşı ( 1949 ) . Çevirileri ; La Fontaine’nin Masalları ( 1943 ) , Fransız Şiiri Antolojisi. Ayrıca halk diliyle nazma çektiği Nasrettin Hoca Hikayeleri adlı akımını başlatarak kazandı. Garip’in Orhan Veli’nin kaleme aldığı önsözünde, ölçü ve uyağın şiiri yozlaştırdığı vurgulanıyor. Orhan Veli Garip için şunları yazmıştır ; Güçlüklere , bir başına da olsa , karşı koyan insan kuvvetli insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıp da ümitsizlik içinde olduğunu hissettiğim anlarda daha iyi anladım. Bununla beraber , senelerden beri , o kadar çok zamanlar yalnız kaldım ki bu hale âdeta alışır , hattâ – kuvvetli olmanın gururunu duyabilmek için – zaman zaman yalnızlığı arar oldum. Şu anda gurur diye isimlendirdiğim bu his başlangıçta bir avunma yolu idi. Hayatlarının , benim gibi , ıstırapla dolu olduğunu sananlar , eseri vardır. Orhan Veli Kanık asıl ününü lise arkadaşları Oktay Rıfat ve Melik Cevdet Arday’la birlikte yayımladığı Garip adlı kitabın adıyla anılan şiir buna benzer bir sürü avunma çareleri bulmuşlardır. Bu çareler , o yalnız kalmış insanların , yalnızlık anlarındaki arkadaşlarıdır. Hayatın karşısında , hatta sırasında ölümün karşısında , ancak bu arkadaşların yardımı ile tutunabiliriz. Benim , yukarıda bahsettiğim gurura benzer , birkaç arkadaşım daha var. Vakit olsa da sizinle , onlar hakkında konuşabilsem. Ne iyi olur! Ama , Garip için yazacağım bir yazıda işi dertleşmeğe dökersem belki de bana kızarsınız. Onun için , size şimdilik , bunların yalnız bir tanesinden bahsedeyim. “Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım.” diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır. Çok da faydasını gördüm. Bundan bir hayli zaman evvel böyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülü günlerimin sayısı muhakkak ki daha fazla olurdu. Bu arada “ 1941 senesinde Garip adlı bir kitap neşretmişim “ diye döğünür durur, hele onun yeniden basılmasına dünyada razı olamazdım. Garip yeniden basılırken , içimde böylece “yiğitlik bende kalsın “ dermişim gibi bir his var. Şiirdeki garip mefhumu üzerinde bugün bir yazı yazmağa kalksam herhalde aynı şeyleri yazmam. Onları beş sene evvel yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söliyecek olduktan sonra ne diye yaşadım? O günden ölseydim olmazmıydı? 1941 senesinde söylediklerim , 1616senesinde 52 yaşında iken ölen Shakespear’in , 377 yaşında söylemesi lâzım gelen sözlerdi. Aynı şekilde , bundan yüz sene sonra yaşayacak bir şairin sözleri de benim yüz otuz bir yaşında düşüneceğim şeyleri anlatmalıdır. Bir oluş , bir kendimize geliş devrindeyiz. Dilimizin , günden güne bile , ne kadar değiştiğini farketmiyorsanız benim bir bu yazıma , bir de o zamanlar neşrettiğim Garip’e bakın. Göreceksiniz ki fark çok büyük. Bu farkın bütün günahını sakın benim omuzlarıma yüklemeyin ; işin , değişen , daha ileriye , daha güzele giden bir cemiyetin işi olduğunu anlarsınız. Bu gidişe ayak uydurmamış insanlarla da karşılaşmanız kabil. Ama her ileriye gidişte bir sürü döküntü bırakmıyor , bir sürü fire vermiyor muyuz? Hattâ , çok kere , o döküntüler ayaklarımıza takılıp bizim de yolumuzda yürümemize engel olmuyorlar mı? Yazdıkça farkediyorum ; Garip ‘in müdefasını kalkışmış gibi bir halim var. Garip ‘i kimseye karşı değil , kendime karşı müdefa etmek isterim. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdefa etmek isteyişim , ondaki kusurları , başkalarından çok kendim bildiğim içindir. “ Benden başka bilen yoktur “ demiş gibi de olmayalım ; başkalarından kasdıra kitabım hakkında söz söylemiş olanlardır. Bunların içinden , üzerinde durulmağa değer , bir tek tenkid yazısı hatırlıyorum. O tenkidi yazan zat , fikirlerine gerçekten inandığım bir dostumdu. Cemiyete bağlı bir sanatın , ferdin ruhî hayatile ilgilenemiyeceğini söylüyordu. Ben ferdin ruhî hayatının cemiyetten büsbütün ayrı bir hadise olduğunu ileri sürmemiştim ki. Yoksa o dostum mu işi böyle telâkki ediyor? Etmemesi lâzım. Çünkü zıd nazariyelerin benim kadar uzlaştırıcı olmayan taraftarları bile , sırasında , kendi fikirlerini karşı tarafın iddiaları ile tamamlıyorlar. Meselâ hiçbir Freud’cü yoktur ki şuuraltına itilen temayüllerin oraya cemiyetler tarafından itildiğini , dolayısı ile şuuraltı dediğimiz âlemin meydana gelmesinde cemiyetin pek büyük bir payı olduğunu kabul etmesin. O zaman söylememişsem şimdi söyliyeyim ; şuuraltı’nı bir varlık değil , bir fikrin izahı için ileri sürülmüş bir mefhum diye kabul ediyorum. Hani birtakım insanların Allahı kabul etmeleri gibi. Bu bahsi derinleştirmek isterdim. Ama söyliyeceğim sözlerin âlimâne olmasından korkuyorum. Şiir hakkında âlimâne olmadan da söylenebilicek sözler var. Fakat Garip’i yazdığım zaman , daha ziyade , garipliğin nereden geldiğini düşünüş , şiirin kıymetleri üzerinde o kadar durmamıştım. Gerçi o kıymetleri , o vakitler , pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil. Şiir üzerinde hem tecrübem hem bilgim. Bununla beraber o tecrübeleri , o bilgileri anlatmak bana , şu anda , o günkünden daha güç görünüyor. Daha doğrusu , anlatılmasından ziyade , anlaşılmasının güç olacağını sanıyorum. Hoş , böyle olmasa da , söyliyeceğim sözler neye yarayacak bilmem. Fikir tarihi , bir fikir madrabazlığı tarihinden başka bir şey değil. Bugüne gelinceye kadar bir sürü şeyler söylenmiş. Ama , gerçek olarak ne söylenmiş? Bir aralık , bir arkadaşım “ Sanat bahislerinde aksini isbat edemiyeceğim mesele yoktur “ demişti. Aksi isbat edilemiyecek mesele yoktur demek isbat edilecek mesele yoktur demektir. Mademki isbat edilecek mesele yok ; ne diye düşünüyor , ne diye konuşuyor , ne diye yazıyoruz? Sanattan bahsetmek de , sanatla uğraşmak gibi , kaçınılmaz , şifa bulmaz bir hastalık mı yoksa? İstanbul , Nisan 1945

ZİYA PAŞA

HAYATIİstanbul'da doğdu, 17 Mayıs 1880'de Adana'da öldü. Asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin'dir. Beyazıt Rüştiyesı'ni bitirdi. Özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça öğrendi. Sadaret Mektubî Kalemi'ne devam etti. Mustafa Reşid Paşa'nın yardımıyla 1855'te Saray Mabeyn Kâtipliği'ne girdi. Âli Paşa'nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırıldı. Zaptiye Nezareti müsteşarlığı, 1861'de Kıbrıs, 1863'te Amasya mutasarrıflığı görevlerinde bulundu. Bosna bölgesi müfettişliği Meclis-i Vâlâ azalığı yaptı. 1865'te Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar Cemiyetine girdi. İkinci kez Kıbrıs mutasarrıflığına atanınca, Mustafa Fâzıl Paşa'nın çağrısı üzerine, Namık Kemal'le birlikte 1867'de Paris'e kaçtı. Daha sonra Londra'ya geçti. M. Fâzıl Paşa'nın sağladığı olanaklarla, Namık Kemal'le birlikte 1868'te Hürriyet gazetesini çıkardı. M. Fazıl Paşa sarayla anlaşıp, gösterdiği ilgiyi kesince, 1870'te Cenevre'ye geçti. Namık Kemal, Agâh Efendi, Ali Suavi ve öbür arkadaşlarıyla Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin yönetiminde görev aldı. Âli Paşa'nın ölümü üzerine 1871'de İstanbul'a döndü. 1876'da Maarif Nezareti müsteşarlığına atanmasına değin birçok görevde bulundu. Namık Kemal'le birlikte Kanun-i Esasî Encümeni'nde çalıştı. II. Abdülhamid tarafından İstanbul'da bulunması sakıncalı görülerek, vezirlik rütbesiyle 1877'de Suriye valiliğine gönderildi. Daha sonra Adana valiliğine atandı. Burada görevdeyken öldü.Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi'yle birlikte, Tanzimat'la başlayan Batılılaşma hareketinin etkisinde gelişen ve çağdaş Türk edebiyatının ilk aşamasını oluşturan üç yazardan biridir. 1855'te sarayda görev yaptığı yıllarda Fransızca'yı öğrenmiş, bu ona Fransız edebiyatını tanımanın yollarını açmıştır. Bir yandan da şiirler, padişaha ve Reşid Paşa'ya kasideler yazmıştır. 1859'da yazdığı 'Tercî-i Bend' şiiriyle tanınmıştır. Paris'te bulunduğu yıllarda çeviriler de yapmıştır.Hece ile yazılmış birkaç şarkısı dışında, Divan şiiri geleneğine bağlı kalmıştır. Kullandığı mazmunlarla bu şiir anlayışının duyuş ve düşünüş özelliklerinden yoğun biçimde yararlandığı görülür.Batılılaşma yanlısı düşüncelerini, siyasal inançlarını, dil ve edebiyat konusundaki görüşlerini düz yazılarında dile getirmiştir. 1868 'de Hürriyet'te yayımladığı ünlü 'Şiir ve İnşa' makalesinde, Türk edebiyatının çağdaş bir düzeye erişmesini, gerçek Türk edebiyatı olan halk edebiyatının bu yenileşmede temel alınması gerektiğini savunmuştur. 1874'te çıkardığı Harâbat adlı antolojisinin önsözünde ise halk edebiyatını küçümseyerek Divan edebiyatını övdüğü görülür. Düşünce yanında beliren bu ikilem onun 'alışkanlıklardan ve duygulardan doğma muhafazakâr yönü' olarak nitelendirilmiştir.Şiirlerinde, Tanzimat'la birlikte gelen halk, adalet, özgürlük, uygarlık gibi kavramları savunmuştur. Toplumdaki bozukluklar üzerinde durarak 'yeni insan'ı var edebilecek yeni bir düzenin nasıl oluşması gerektiğini işlemiştir. Kendi duygu ve düşünce evrenini dile getirdiği şiirlerinde de felsefi yanı ağır basar. 'Tercî-i Bend'de insanın yaşam gerçeği karşısında anlaşmazlıklar içindeki durumunu, us ve inançları arasındaki gizi 'Terkib-i Bend'de de gene 'kişinin küçüklüğünü, insan iradesinin ve gücünün reddi'ni tema olarak işlemiştir. Zulüm, adaletsizlik ve haksızlıkları, dönemin toplumsal bozukluklarını eleştirmiştir.ESERLERİZafernâme; Harâbat, 3 cilt, 1874; Tercî-i Bend ve Terkib-i Bend, ty; Eş'âr-ı Ziya, (ö.s), 1881, Külliyat-ı Ziya Paşa, (ö.s), S. Nazif (der.) 1924-1925; Rüya, (ö.s.), 1910; Veraset Mektupları, (ö.s.), 1910; Ziya Paşa'nın Şiirleri, (ö.s.), 1960

FÜRUZAN

29 Ekim 1935’te İstanbul’da doğdu. Sadece ilkokul eğitimi alabildi. Kendi kendini yetiştirdi. İlk öyküsü 1956’da Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde yayınlandı. 1964-1972 arasında Dost, Yeni Dergi ve Papirüs’te yayınlanan öyküleriyle dikkat çekti. 1975’te çağrılı olarak Berlin’e gitti. Bir yıl kaldığı Berlin’de Türk işçilerle röportajlar yaptı. "Benim Sinemalarım" adlı öyküsü 1989’de sinemaya uyarlandı. İlk romanı "Parasız Yatılı" ile 1972 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanınca ünlendi. İlk romanlarında düşmüş kadınlar, kötü yola sürüklenen küçük kızların, çöküş sürecindeki burjuva ailelerin, yeni yaşama koşullarından bunalan, yurt özlemi çeken göçmenlerin, yoksulluk içinde yaşama savaşı veren, tek silahları sevgi olan yalnız kalmış kadınların, çocukların dramlarına sevecen bir bakışla eğildi. Ayrıntılarla beslediği canlı anlatımı, karaterleri işleyişindeki derinlikle dikkat çekti. Almanya incelemelerinden sonra da göçmen ve gurbetçi işçi sorunları üzerinde durdu. Ayrı kültürlerden gelen insanların yaşamlarından kesitler verdi, özellikle gurbetçilerin çocuklarının sorunlarına eğildi.

FRANÇOİSE SAGAN(FRANÇOİSE QUOİREZ)

1935 yılında Cajarc’ta doğdu. Gerçek adı Françoise Quoirez. İleride yazacağı romanlarının kahramanlarının yaratılışında da etkili olacak olan bir burjuva ailenin kızı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris’te yaşamaya başladı. 1954 yılında ilk kitabı, Günaydın Hüzün yayınlandı. Bu kitap yazara Eleştirmenler Ödülü’nü getirdi. Büyük gürültüler kopartan bu kitabı, aralarında Brahms’
ı Sever misiniz?, Bir Ay İçinde, Bir Yıl İçinde’nin de olduğu diğer romanlar izledi. 1960 yılında, ilk tiyatro oyunu İsveç’te Bir Şato yayınlandı. 1958 yılında Guy Schoeller’le, 1962 yılında Robert Westhoff’la evlendi. Kırk iki kitap yazdı.

FERİT EDGÜ

24 Şubat 1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde eğitim görürken kazandığı bir sınavla Almanya'ya gitti. Oradan Fransa'ya geçti. 1959-1964 arasında Paris’te resim çalışmalarının yanısıra felsefe, sanat tarihi, seramik kurslarına katıldı. Askerliğini yedeksubay öğretmen olarak yaptı. 1 yıl daha Paris’te yaşadı. Türkiye’ye dönüşünde önce metin yazarlığı yaptı. Daha sonra DATA reklamcılık ve Ada yayıncılık şirketlerini kurdu. Yazın hayatına şiirle başladı. İlk şiiri 1952’de Kaynak dergisinde, ilk öyküsü 1954’te Yeni Ufuklar dergisinde yayınlandı. Yazılarında edebiyatın konumu, yazarın özgün koşulları ve nitelikleri üzerine düşünceleriyle dikkat çekti. Plastik sanatlar alanındaki deneme, eleştiri ve tartışmalarıyla ilgi uyandırdı. Romanlarında "niçin" sorusundan çok "nasıl" sorusu üzerinde durdu. Çevresiyle uyum sağlayamayan bireyin sorunlarına eğildi. "O" adlı romanı, Onat Kutlar’ın senaryosuyla Erden Kıral tarafından "Hakkâri’de Bir Mevsim" adıyla filme çekildi. Film, 1983’te 33. Berlin Film Festivali’nde ve 1984’te 2. Akdeniz Kültürleri Film Festivali’nde ödül aldı. Abidin Dino, Yüksel Arslan, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Füreya, Aliye Berger ve Ergin İnan’ın yaşamlarıyla ilgili araştırma kitapları da yayınladı.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

1914'te İstanbul’da doğdu. Babası subay olduğu için ilk ve orta öğrenimini Türkiye'nin değişik yerlerinde tamamladı. Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu’nu bitirdi. Orduya katıldı. 15 yıl asker olarak hizmet yaptı, Doğu ve Orta Anadolu, Trakya'yı dolaştı. Önyüzbaşı rütbesinde iken kendi isteğiyle ordudan ayrıldı. Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde kısa bir süre görev yaptı. Çalışma Bakanlığı İş Müfettişi olarak İstanbul’da çalıştı. 1959'da İstanbul Aksaray’da "Kitap" Kitabevini açtı. Yayıncılık yaptı, 1960-1964 arasında "Türkçe" isimli bir aylık dergi çıkardı. 1970'te yayınevini kapattı, sadece şiirle uğraşmaya başladı. Yayınlanan ilk yazısı Yeni Adana Gazetesi'nin 1927'de düzenlediği yarışmada birincilik alan bir öyküydü. İlk şiiri "Yavaşlayan Ömür" 1933'te İstanbul Dergisi'nde çıktı. Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Peyami Safa'nın da dikkatini çeken şiirleri Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılapçı, Gençlik, Yeditepe, Türk Dili, Yenilik, Vatan, Çağrı, Türkçe, Ataç, Türk Yurdu, Yön, Devrim gibi dergilerde yayınlandı. İlk şiirlerinde Necip Fazıl Kısakürek etkisinde kaldı. "Havaya Çizilen Dünya" (1934) şiir kitabındaki şiirlerinde bu etki görülür. Kendi şiir çizgisine yönelişi "Çocuk ve Allah", "Daha" (1940) kitaplarıyla başlar. Şiiri "sezgi" ve "us" olmak üzere iki dönemde incelenebilir. Sezgi dönemi eserleri "Havaya Çizilen Dünya" (1934), "Çocuk ve Allah" ile "Daha"yı (1940) izleyen "Çakırın Destanı" (1945), "Taş Devri" (1945) kitaplarını kapsar. "Asû" (1955) ile başlayan ikinci dönem günümüze kadarki şiirlerinde etkin olan "usçu" dönemdir. Sezgi döneminde kendine has bir şiir dili ve biçemi yaratmaya çalıştı. "Us" dönemi ise güçlü bir Türkçe tutkusuyla dikkat çeker. Dağlarca bu dönemde dilin arılaştırılması çabalarına katıldı, evrensel temalara ağırlık vermeye başladı. 1970 sonrasında yoğunlukla çocuk şiirleri yazdı. Hem Türkiye'de hem uluslararası düzeyde birçok ödül kazandı, bir çok ülkede şiirleri okundu. Kitapları birçok dile çevrildi.

FATMA ALİYE HANIM

1862'de İstanbul'da doğdu 1936'da yine İstanbul'da yaşamını yitirdi. İlk kadın romancımız, ilk kadın felsefecimiz, edebiyatımızda ilk kez çeviri yapan, kadın haklarından ve kadın-erkek eşitliğinden ilk kez bahseden, hakkında ilk defa monografi yazılan yazar. Tanzimat döneminin ünlü devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa'nın kızı. Babasının konağında özel öğretmenlerden Fransızca, tarih, edebiyat ve felsefe dersleri aldı. Yazmaya Fransızca'dan yaptığı çevirilerle başladı. İlk çevirisi George Ohnet'den Volente. O dönemde edebiyatla uğraşmak kadınlar için hoş karşılanmadığından çevirisi Meram adı ve "Bir Hanım" imzasıyla yayınlandı. Sonraları "Meram Mütercimi" olarak tanındı. Bir çok makalesi "Mütercime-i Meram" adıyla yayınlandı. Nisvân-ı İslâm adlı anı kitabı Fransızca, İngilizce ve Arapça'ya, Udî adlı romanı Fransızca'ya çevrildi. Fatma Aliye Hanım'ın felsefeye merakı gençliğinde başladı. Olayları dikkatle incelemesi, çeşitli ailelerdeki gözlemleri onu felsefeye götürdü. Felsefeye merakı arttıkça daha çok kitap okudu, babası ve arkadaşlarıyla felsefe tartışmalarına girdi. Babasıyla birlikte Aristotales ve Platon ile İbn-i Rüşt ve Gazali'nin felsefelerini karşılaştırdı. 1904'te ilk felsefe tarihini yazdı. Thales'le başlayıp ilk çağ felsefesini anlattığı bu kitabın ikinci bölümünü İslâm Felsefesine ayırdı. Kahramanları kadın olan öyküler ve romanlar yazdı. En önemli eseri sayılan Muhâdarât'ta bir kadının ilk aşkını unutamayacağı tezini çürütmeye çalıştı. Romanlarında zaman zaman toplumsal sorunları ele aldı, felsefeye yer verdi. Udî adlı romanında müziğin felsefe ile ilişkilerine değindi. Bu romanda, babasının etkisiyle müziğe ilgi duyan bir kızın daha sonra hayatını kazanmak amacıyla dersler vermesi anlatılır. Fatma Aliye Hanım, düşünceleri ve yaşam biçimiyle ilk kadın hakları savunucularındandır. Döneminin toplumsal koşulları gözönüne alındığında düşünceleri ve savunduğu görüşlerin son derece cesur olduğu ortaya çıkar. Kadın-erkek eşitliğine inanan ve savunan Fatma Aliye Hanım, her iki cinsin aynı eğitim olanaklarından yararlanmasını istedi. Çok kadınla evliliğe karşı çıktı. Boşanmada kadınların da söz hakkı olması gerektiğini savundu.

EVLİYA ÇELEBİ

1611’de İstanbul’da doğdu. 1682’de, Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılıyor. Asıl adı Evliya Çelebi Derviş Mehmed Zillî. Ailesi Kütahya'dan gelip saraya yerleşti. Babası sarayda kuyumcu olan Mehmet Zillî. Özel öğrenim gördü. Bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış sanatlarını öğrendi. Musiki ile ilgilendi, hafız oldu. Enderuna alındı. Dayısı Melek Ahmed Paşa aracılığıyla Sultan 4'üncü Murat'ın hizmetine girdi. Gezmeye ilgisi çocukluğunda babasından ve yakınlarından dinlediği öyküler, söylenceler ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname’nin giriş bölümünde gezi merakını bir rüyaya bağlar. Kendi anlatımınına göre, bir gece rüyasında Hazreti Muhammed’i gördü. "Şefaat ya Resulallah" diye şefaat isteyecekken, şaşırıp "Seyahat ya Resulallah" dedi. Böylece birçok ülkeyi gezme, tanıma fırsatı bulduğunu yazar. 1635’te, yani 24 yaşındaki iken önce İstanbul’u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’ta Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi. 1645’te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı. 1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa’nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın kimi bölgelerini gezdi. Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648’te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. 50 yıllık seyahat Gezileri 50 yıl sürdü. Gezilerinde karşılaştığı toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yaptı. Kültürleri, günlük yaşayışları inceledi ve ünlü Seyahatname’sinde yazdı. Seyahatname’nin üslubu, Divan edebiyatı düz yazılarının tersine son derece sadedir. Dili kolayca anlaşılır. Konuşma diline yakın, akıcı bir üslup kullandı. Anlatımlarında kimi zaman mizah unsurlarına da yer verdi. Gözlemlerine, kendi düşünce ve çıkarmalarını da ekledi. Anlatımını belli bir zaman dilimiyle sınırlamadı. Seyahatname’de geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Yapısı gereği Seyahatname bir kültürel derleme niteliğindedir. İçinde, gidilen yerlerde dinlenen halk öyküleri, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masallar, maniler, halk oyunları unsurları, giyim-kuşamla ilgili özellikler, düğün-cenaze törenleri, yerel oyunlar, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat özellikleri de vardır. Ayrıca gezilen bölgelerdeki evler, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra, köprü gibi çevresel yapıları da inceler. Seyahatnamesi, yalnızca 17'nci Yüzyıl Osmanlı dünyası için değil, Kafkasya, Arap ülkeleri, Balkanlar ve Orta Avrupa bakımından da önemli bir tarihsel coğrafya-kültür haritası niteliğindedir.

EDİP CANSEVER

8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul'da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. İlk şiiri 1944'te İstanbul dergisinde yayınlandı. Yücel, Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini "İkindi Üstü" kitabında topladı. Bu şiirlerde varlıklı, her şeye yaşama sevinciyle bakan bir gencin avarelikleri, duyguları ön plandaydı. 1951'de "Nokta" dergisini çıkardı. Bu dergi genç şairlerle ve yazarlarla tanışmasını sağladı. İlk kitabından 7 yıl sonra yayınladığı "Dirlik Düzenlik" bu dönemin ürünüdür. Bu kitaptaki şiirlerde düşünceyi dil içinde eritmeye yönelen, özlü bir söyleyiş ve çarpıcı biçim arayan, toplumsal eleştiri için mizah aracını kullanan bir tutum görüldü. 1957'de yayınlanan "Yerçekimli Karanfil" ile kendisine özgü bir şiir evreni kurdu. İkinci Yeni akımının özgün örneklerini verdi. Yenilik, Pazar Postası, Yeni Dergi gibi dönemin sanat yayınlarında şiirsel canlılığı besleyen şairlerden biri oldu. Şirinde zamanla sevinç yerini bunalıma, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı yerini yıkıcı bir umutsuzluğa bıraktı. "Dize işlevini yitirdi" gerekçesiyle yeni arayışlara yöneldi. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. "Nerde Antigone", "Tragedyalar", "Çağrılmayan Yakup" bu dönemin ürünleri. Yine de İkinci Yeni içindeki bazı şairler gibi anlamsızlığı savunmadı. Kapalı, anlaşılması güç, yine de anlamdan ayrılmayan bir şiire yöneldi. Çok farklı imgeler kullanırken bile düşünce öğesini gözardı etmedi. Yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmedi. Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tuttu.

ECE AYHAN

1931 yılında Muğla Datça’da doğdu. Asıl adı Ece Ayhan Çağlar. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1959’da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra Gürün, Alaca, Çardak ilçelerinde bir süre kaymakamlık yaptı. 1966’da memurluktan ayrıldı İstanbul’a gelerek Sinematek’te, Meydan Larousse’da, e Yayınları’nda çalıştı. Üç yıl süre ile İsviçre’de tedavi gördü. Bir kaç kez beyin ameliyatı geçirdi. Dönüşünde bir süre İstanbul’da ve Bodrum-Gümüşlük’te yaşamını sürdürdü. Ardından Çanakkale’ye yerleşti. İlk şiiri 1954’te "Türk Dili Dergisi"nde yayınlandı. Daha sonra Türk Dili, Varlık, Yenilik, Seçilmiş Hikayeler, Pazar Postası, Yeditepe dergileri şiirlerine yer verdi. Özellikle Pazar Postası'ndaki şiirleriyle ünlendi. 1959'da basılan ilk kitabı "Kınar Hanımın Denizleri"yle büyük ilgi uyandırdı. Kendine özgü çağrışımlar ve göndermelerle örülü şiirleriyle hem Türk şiirinde hem de İkinci Yeni’nin içinde farklı bir kanal açtı. Şiirinin kilit noktası dildir. Çağdaşı Edip Cansever'e göre, bu dili aşmak, şiirini anlamak için başvurulacak yol yine Ece Ayhan'ın şiirleridir. Ece Ayhan her şiirinde hem şiir hem Türkiye üzerine görüşlerini anlatır. 1965’te basılan Bakışsız Bir Kedi Kara ve 1968’de yayınlanan Ortodoksluklar, Ece Ayhan'ın özel dilinin yapıtaşları oldu. 1973’te yayınlanan Devlet ve Tabiat kitabındaki şiirlerle bu kez okurlarını "sokağın diliyle buluşturdu. 1977’de yayımlanan ve kitapla aynı adı taşıyan ünlü şiiri ile ilk dört kitabını içeren Yort Savul da kendisinden sonraki kuşaklara yön gösterdi. 1981’de Zambaklı Padişah, 1982’de de "tarihin düzünden okunduğu" Çok Eski Adıyladır’
ı yayınladı. Ece Ayhan’ın şiiri üzerinde Enis Batur, Tahta Troya’yı (1981), Ender Erenel Ece Ayhan Sözlüğü’nü, Kemal Yangın-Orhan Alkaya ikilisi ise Çok Eski Adıyladır Sözlüğü’nü hazırladı.

DOSTOYEVSKI

11 Kasım 1821'de Moskova’da doğdu. Tam ismi Fiodor Mihayloviç Dostoyevski. Babası bir ordu cerrahı, annesi bir tüccarın kızıydı. Annesinin yardımıyla evde başladığı eğitimini özel bir okulda sürdürdü. Babası sert ve acımasızdı. Annesinin koruyucu tavırlarına sığınıyordu. Annesini 15 yaşında kaybetti. 1837'de girdiği Petersburg Askeri Mühendis Okulu’nu bitirdi. Öğrencilik yıllarını Rus ve Avrupa edebiyatının önde gelen yazarlarının eserlerini okuyarak geçirdi. Kısa bir süre askerlik yaptıktan sonra ayrılıp edebiyatla uğraşmaya başladı. Topraklarında çalışan köylüler tarafından öldürülen babasından az bir miraz kalmıştı. İlk romanı "İnsancıklar"ı 1846'da yazdı. 1954'te basılan bu roman ilk Rus toplumsal romanı sayılır. Bu eserin basılmasından sonra ünlendi. 1846'da yazdığı ikinci romanı "Öteki" yeterli ilgiyi görmedi. Ünü giderek kayboldu. 1951 tarihli "Ev Sahibesi", 1848'de yazdığı "Beyaz Geceler" ile "Yufka Yürekli" romanları da ilgi görmedi. 1849'da yazdığı "Netoçka Nezvanova" romanı da beklenen başarıyı getirmedi. Politikayla ilgililenmeye başladı genç liberallere katıldı. Çar 1. Aleksandr'ın güvenlik güçleri tarafından, "devleti yıkmaya çalıştığı" suçlamasıyla arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. İdama mahkum edildiler. Kendisinin kurşuna dizilmesi hazırlıklarını izlemek onda derin etkiler bıraktı. İdamdan son anda vazgeçildi, Sibirya’da 4 yıl ağır hapse ve 4 yıl askerlik yapmaya mahkum edildi. Sibirya'daki cezaevi günlerinde birlikte yaşadığı mahkumları gözlemleyerek Rus halkını daha yakından tanıma fırsatı buldu. Ancak zor koşullar nedeniyle sara nöbetleri geçirmeye başladı. Bu rahatsızlığın etkileri de birçok eserine yansıdı. 1854'te cezaevinden çıkıp askerliğe başladı. Subaylığa kadar yükseldi. 1857'de dul bir kadınla evlendi. Bu evlilik maddi sorunlarını artırdı. Tekrar yazmaya karar verdi. Askerlik cezasının da bitmesi üzerine Petesburg'a döndü. Yeni Çar 2. Aleksandr'ı destekledi. Kardeşi Mihail ile birlikte "Vremya" adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi ve dergide yayınlanan romanları yeniden tanınmasını ve eski ününü kazanmasını sağladı. 1862'de Fransa, İngiltere ve İtalya'yı kapsayan bir yurtdışı gezisi yaptı. Aynı yıl dergi kapatıldı. Dostoyevski, Almanya'nın Wiesbaden kentine gitti. Burada kumara başladı. Rusya'ya dönüşünde "Epoha" isminde yeni bir dergi çıkardı. 1864'te eşini ve kardeşi Mihail'i kaybetti. Borca battı. Kurtulmak için Avrupa'ya kaçtı. Wiesbaden'de kumarda bütün parasını kaybetti. Yayıncısından borç alıp 1865'te Rusya'ya döndü. 1867'de steno ile romanlarının yazımında kendisine yardım eden Anna Snitkina ile evlendi. Bir kere daha borca boğulduğu için yeni eşiyle yine yurt dışına çıktı. Yoksulluk ve para peşinde ülke ülke dolaştı. Ama romanlarını yazmayı da sürdürdü. Bir kere daha yayıncısının desteğiyle Petesburga'a döndü. Tutucu bir haftalık dergi olan "Grajdanin"in başına geçti. 1 yıl sonra bıraktı. Bu dönemde eksi itibarını ve ününü tekrar kazandı. En büyük romanı "Karamozof Kardeşleri" yazmaya 1879'da başladı. 1880'de şair Aleksander Puşkin'in ölüm töreninde konuşmayı o yaptı. Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi'nin edebiyat bölümüne seçildi. Yaşamının son döneminde Petersburg yakınlarında küçük bir kasaba olan Staraya Russa'da yaşadı. 9 Şubat 1881'de burada yaşamını yitirdi. Günümüzde de en çok okunan yazarlar arasında yer alır. Eserlerinde iki dünya savaşı arasında yaşayan bir kuşağı rahatsız eden ahlaksal, dinsel, siyasal konuları etkileyi bir dil ve ustalıkla dile getirdi. Gözlemlerinin keskinliği, ayıntılara verdiği önem, karmakarışık yaşamından çıkardığı sağlam karakterleri ve roman kurgulamadaki ustalığıyla Avrupa'da ve ülkesinde kendisinden sonra gelen hemen tüm yazarlar üzerinde etkili oldu. Batılı ülkelerin edebiyat ve düşün yaşamında önemli bir rol oynadı. Varoluşçuluk akımının temel kaynaklarından biri sayılır.

AZİZ NESİN

20 Aralık 1915’te İstanbul’da doğdu. İki yıl Darüşşafaka Lisesi'nde öğrenim gördü. Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdi. Kara Harp Okulu ve Askeri Fen Okulu'ndan mezun oldu. Üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullanmak" suçlamasıyla yargılanıp ordudan uzaklaştırıldı. Bir süre bakkallık yaptı. Ardından gazeteciliğe başladı. Yedigün, Karagöz ve Tan Gazetesi'nde çalıştı. Cumhuriyet adlı bir magazin dergisi yayınladı. Sabahattin Ali ile birlikte, Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Alibaba mizah dergilerini çıkardı. 1951'de bir kitapçı dükkanı, ardından bir fotoğraf stüdyosu açtı. 1954'ten itibaren Akbaba mizah dergisinde takma isimlerle mizah öyküleri yazdı. Yazın yaşamı boyunda 100'ün üzerinde takma isim kullandı. Kemal Tahir'le birlikte Düşün Yayınevi’ni kurdu.Yeni Gazete, Akşam ve Tanin'de köşe yazıları yazdı. Yazarlığı, Öncü, Yeni Tanin ve "Ustura" isimli bir mizah eki de hazırladığı Günaydın gazetesinde sürdürdü. 1962'de Zübük isimli mizah dergisini çıkardı. 1963'te yayınevinin yanmasının ardından sadece yazmaya başladı....

ARİF DİNO

1893’te İstanbul’da doğdu, 30 Mart 1957’de İstanbul’da öldü. Ressam Abidin Dino’nun kardeşi. Ögrenimini yurtdışında gördü. ***sörlük, aşçılık, sinema oyunculuğu, portre ressamlığı, grafikerlik, heykeltıraşlık, sanat eleştirmenliği gibi birçok iş yaptı. 1929’da İstanbul’a döndü. 1942’de Alman faşizmine karşı çıktıkları için küçük kardeşi Abidin Dino ile birlikte "ikamete memur" olarak cezalandırıldı. Yurtdışına kaçtı. 1951’de döndüğü İstanbul’da 6 yıl sonra yaşamını yitirdi. Fransızca yazdığı şiirlerini Abidin Dino, Rasih Nuri İleri, Hür Yumer Türkçe’ye çevirdi. Tüm şiirleri, desenleri ve ardından yazılanlar Adam Yayınları tarafından bir kitapta toplandı.

ATİLLA İLHAN

15 Haziran 1925’te İzmir’in Menemen ilçesinde doğdu. İzmir'de Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu ve Karşıyaka Ortaokulu'nu bitirdi. Atatürk Lisesi'ndeki öğrenciliği sırasında Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesine aykırı davrandığı gerekçesiyle tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Danıştay kararıyla eğitimi sürdürme hakkını kazandı. İstanbul'da Işık Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. 6 yıl aralıklarla Paris'te yaşadı. Türkiye'ye döndü. Çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Demokrat İzmir Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü ve Başyazarlığı'nı üstlendi. Ankara’da Bilgi Yayınevi Danışmanlığını yaptı. Senaryolarında "Ali Kaptanoğlu" takma adını kullandı. Yeni Ortam, Dünya, Milliyet, Söz gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Yelken ve Sanat Olayı dergilerini yönetti. İlk şiiri olan "Balıkçı Türküsü" 1941'de Yeni Edebiyat Dergisi'nde yayınlandı. "Nevin Yıldız" takma adıyla İstanbul, "Beteroğlu" takma adıyla Yücel dergilerinde şiirleri çıktı. 1946 CHP şiir yarışmasında "Cebbaroğlu Mehemmed" şiiriyle birincilik ödülü kazandı. Bu başarıdan sonra hızla tanınıp sevildi. Genç, Yeni Nesil, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikayeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı gibi dergilerde şiirleri, deneme ve eleştirileri yayınlandı. Türk edebiyatının önemli isimleri arasına girdi. Garip Akımı ve İkinci Yeni şiirine karşı çıktı. Mavi ya da Maviciler adıyla tanınan toplumcu gerçekçi şiir akımını başlattı. Şiire yeni bir ses düzeni, taşkın, coşkulu bir anlatım ve kendisine özgü bir duyarlılık getirdi. Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum şiir kitaplarındaki şiirleriyle genç şair kuşağını etkiledi.

ATİLLA AŞUT

"5 Ekim 1939’da Trabzon’da doğdu. İlk yazı ve şiir denemeleri, "Ceylan", "Arkadaş", "Küçük Afacan" gibi çocuk dergilerinde yayımlandı. 1957’de profesyonel gazeteciliğe başladı. "Kıyı" dergisinin kuruluş çalışmalarına katıldı. "Dünya", "Akşam", "Milliyet" ve "Cumhuriyet" gazetelerinin Trabzon muhabirliğini yaptı. Ankara’ya yerleşti. Gerçek Ajansı, Anadolu Ajansı, TÜBA Ajansı’nda muhabir ve editör olarak çalıştı, basın danışmanlığı yaptı. Siyasal nedenlerle 1972-1977 yılları arasında yurtdışında zorunlu göçmenlik yaşadı. Yurda döndükten sonra "Politika" gazetesinde çalışmaya başladı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 37 ay tutuklu kaldı. 1993’te, Aziz Nesin’in başyazarlığını yaptığı "Aydınlık" gazetesinde yazmaya başladı. "Siyah Beyaz" gazetesinin Kültür-Sanat Editörlüğünü yaptı.

ATAOL BEHRAMOĞLU

13 Nisan 1942’de İstanbul Çatalca’da doğdu. İlköğrenimini Kars ve Çankırı'da yaptı. 1966'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1970'te İsmet Özel’le birlikte "Halkın Dostları" dergisini çıkardı. Aynı yıl İngiltere'ye, daha sonra Fransa'ya gitti. Paris'te gece kulübü bekçiliği, otel katipliği, öğretmenlik yaptı. 1972'de Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Sovyet edebiyatı üzerine inceleme yaptı. 1974'te Türkiye'ye döndü. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda dramaturg olarak çalıştı. 1975'te kardeşi Nihat Behram’la birlikte "Militan" dergisini kurdu. "Sanat Emeği" dergisinin kurucuları arasında yer aldı. İlk şiirleri "Ataol Gürus" takma adıyla Yeni Çankırı, Yeşil Ilgaz, Çağrı gibi yerel gazete ve dergilerde yayınlandı. Yükseköğrenimi sırasında Yapraklar, Dost, Evrim, Ataç gibi dergilerde çıkan şiirleriyle dikkat çekti. Bu dönemin şiirlerini biraraya getiren ilk şiir kitabı "Bir Ermeni General" 1965'te basıldı. Gençlik dönemi şiirlerinde Orhan Veli, Attilâ İlhan ve İkinci Yeni şiirinin ortak özellikleri etkin. Gerçek şiir kimliği 1965-1971 arasında Papirüs, Şiir Sanatı, Yeni Gerçek, Yeni Dergi ve Halkın Dostları'nda çıkan şiirleriyle oluştu. Bu şiirlerde toplumcu, etkin bir edebiyat anlayışının örnekleri yer aldı. Toplumcu gerçekçi şiir ilkelelerine yöneldi, şiirini yeni biçim ve tema arayışlarıyla besledi. Çevirileriyle de dikkat çekti. Edebiyat ve kültür üzerine yazdıkları, antoloji ve diğer çalışmalarıyla kuşağının önde gelen yazarları arasına girdi.

ASAF HALET ÇELEBİ

29 Aralık 1907’de İstanbul’da doğdu. 15 Ekim 1958’de yine İstanbul’da öldü. Dahiliye Nezareti memurlarından Mehmet Sait Halet Bey'in oğlu. Galatasaray Lisesi’nde 8 yıl eğitim gördü. Kısa bir süre Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim gördü. Adliye Meslek Mektebi’nden mezun oldu. Üsküdar Adliyesi Ceza Mahkemesi zabıt katipliği yaptı. Osmanlı Bankası, Devlet Deniz Yolları İşletmesi'nde çalıştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü kitaplığında görevliyken yaşamını yitirdi. Gençlik yıllarında divan edebiyatından etkilendi. Gazeller ve rubailer yazdı. 1937'den sonra serbest ölçü kullanmaya ve Batı şiirinin tekniklerine yönelmeye başladı. Şiirlerinde dinlerden, ideolojilerden, toplumsal olaylardan çok Anadolu-İran-Hindistan çizgisi üzerinde uzanan bir yaşamın görünümlerini sesler aracılığıyla dile getirdi.

ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER

1948 yılında Bursa’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. TRT'nin Ankara bürolarında çalıştı. 1970 öncesinde okulunun polislerce basıldığı bir gün, çıkan olaylarda başına ağır darbeler aldı. Aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’te sokakta ölü bulundu. Beyin kanamasından öldüğü belirlendi. Arkadaşları, ölümünü okulun basılması sırasında başına aldığı ağır darbelere bağladılar. Dergi ve gazetelerde yayınlanan şiirleri ölümünden sonra "Şiirler" adlı bir kitapta toplandı (1974). Daha sonra aynı kitap "Sevdadır" adıyla Mayıs yayınlarınca Mart 1988’de yayınlandı. Şiir yazdığı yıllardaki üniversite ortamının da etkisiyle ölüm konusunu sık sık işledi.

ARİF NİHAT ASYA

7 Şubat 1904'te İstanbul Çatalca’da doğdu, 5 Ocak 1975'te Ankara’da yaşamını yitirdi. İstanbul Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Adana, Malatya, Edirne, Tarsus, Ankara ve Kıbrıs'taki liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1950-1954 arasında Seyhan (Adana) milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Milletvekilliğinden sonra tekrar öğrtemenliğe döndü. Ankara Gazi Lisesi edebiyat öğretmeni iken 1962'de emekliye ayrıldı. İstanbul'a döndü. Yeni İstanbul ve Babıli’de Sabah gazetelerinde yazılar yazdı. Aruzla başladığı şiirde rubailer, gazeller yazdı. Özellikle rubailere büyük önem verdi. Rubailerden oluşan 5 ayrı kitap yayınladı. Daha sonra hece veziyle ve serbest vezinli şiirler de yazdı. Ulusçu şiirleriyle dikat çekti. Yurdun güzelliklerini, doğasını anlatan, kimi zaman yergici ama Türklüğü yücelten şiirleriyle bilinir.

ARİF DAMAR

23 Temmuz 1925'te Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebey köyünde doğdu. İlkokulu Çanakkale’de, ortaokulu İstanbul’da bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’nde 2 yıl öğrenim gördü. İstanbul'da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 1944’te Ankara’ya taşındı. Atatürk Orman Çiftliği'nde memur olarak çalıştı. 1950'de İstanbul'a döndü. Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı. 5 Aralık 1951’de TKP davasından tutuklandı. 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden beraat etti. Toplumsal gerçekçi anlayışta şiir yazan genç şairlerden biri olarak belirdi. Kavgacı ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil ögelerini ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi. "Yeryüzü" dergisinde bu çabanın başarılı şiir örnekleri yayınlandı. "Arif Barikat" takma ismini kullandığı bu dönem şiirlerini 1956'da "Günden Güne" adlı kitabında topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat etti. Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağı adıyla anılan şair arkadaşlarından ayrılır. 1956 sonrası şiirlerinde ise geçirdiği her iki dönemin ortak özellikleri dikkat çeker. "Arif Hüsnü", "Ece Ovalı" takma isimlerini de kullandı, düzyazılarında şiirle ilgili düşüncelerini anlattı.


KAYNAK


http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

ALİ YÜCE

1928'de Hatay’ın Yayladağ ilçesi Hisarcık köyünde doğdu. 1951'de Düziçi Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Anadolu’nun çeşitli köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. 1961'de yeterlik sınavlarını dışardan vererek Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nden diploma aldı. Çeşitli liselerde İngilizce öğretmenliğiyle eğitim alanındaki hizmetini sürdürdü. İlk şiiri 1956’da Yücel dergisinde yayınlandı. Daha sonraki şiirleri Yeditepe, Türk Dili, Soyut, Sanat Rehberi dergilerinde çıktı. İlk şiirlerinde İkinci Yeni'ye başarısız öykünmeler görülür. Özellikle Edip Cansever etkisindeki bu şiirde, benzeşme, niteleme, tamlama bolluğu, aşırı soyutlamalar ve dil oyunları, aşırı bir konuşkanlık etkin. Olgunluk dönemi şiirlerinde ise Metin Eloğlu ve Can Yücel şiirinin bazı özellikleri dikkat çeker. Sözcüklerin yan yana dizilmesiyle izlenimler yaratma diye tanımlanabilecek ilginç bir teknik kullanır. İlginç ritimler, konuşma dili ve sesleniş özellikleri kullanarak şiirini geliştirdi. Yaşadığı çevreyi, toplumsal sorunları yansıtan, yer yer taşlamaya yönelen, yergi ve eleştirinin ağır bastığı toplumcu şiirleriyle tanındı.


KAYNAK


http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

ALİ PÜSKÜLLÜOĞLU

1935'te Adana-Kadirli’de doğdu. İlk ve orta okulu Kadirli’de okudu. Mersin Lisesi’nde sürdürdüğü öğrenimini, sağlığı nedeniyle yarıda bırakarak çeşitli işlerde çalıştı. Avukat yazmanlığı, gazetecilik, kitabevi yöneticiliği yaptı. Türk Dil Kurumu’nun Yayın ve Tanıtma Kolu’nda uzman olarak çalıştı. 1982'de emekli oldu. Emekliliğinden sonra İstanbul'a yerleşti. Radyo için çeşitli programlar hazırladı. İstanbul'da "Çevre" yayınevini kurdu. "Yusufçuk" adlı şiir dergisini çıkardı. Sözlükler ve ansiklopediler yayınladı. Türk edebiyatının çalışkan şairleri arasında. Ülkü Tamer, Turgut Uyar ve Edip Cansever şiirlerine benzer özellikler taşıyan ilk şiirleriyle İkinci Yeni şiirinin ölçülü, dengeli bir şairi olarak göründü. 1970 sonrasında tümüyle yeni bir şiire yöneldi. 1970 sonrasının toplumsal olgu ve olaylarını ele alan bu şiir, bir halk türküsü yalınlığı kazandı. Şiirlerinde yer yer Behçet Necatigil'in "kırık dize" yapısını da uyguladı.

KAYNAK



http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

ALAATTİN SOYKAN

1943 yılında Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine bağlı Kurudere köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Kur’an kursuna devam etti. Hâfız oldu. Ortaokulu Lüleburgaz’da dışardan bitirdi. Çeşitli memuriyetlerde bulundu. 1981’de malulen emekliye ayrıldı. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Bazı şiirleriyle ödüller de aldı.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AKGÜN AKOUA

1962'de Sakarya Akyazı’da doğdu. Lise öğrenimini Gebze’de, üniversite eğitimini Hacettepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nü bitirdi. İlk şiiri 1984'te Milliyet Sanat Dergisi’nde yayınlandı. Ardından peşpeşe şiir kitapları geldi. Bazı şiirleri İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve Boşnakça’ya çevrildi. Ataol Behramoğlu, onun şiiri için, "1980’li yıllara özgü külhani bir edanın özgün, başarılı sentezi. Neredeyse her dizeden taşan dizginsiz bir yaşama sevinci, gençlik ve enerji dolu şiirler" değerlendirmesini yapıyor.


KAYNAK
http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

A.KADİR

Asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu. 1917'de İstanbul’da doğdu, 1985'te yine İstanbul’da öldü. İlk şiirleri 1930'da "Ali Karasu" imzasıyla yayınlandı. Başlangıçta Faruk Nafiz Çamlıbel ile Necip Fazıl etkisinde şiirler yazdı. Ankara Cezaevi'nde Nazım Hikmet’le kalınca şiir ve dünya görüşünde önemli değişikler oldu. Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayınlanan şiirlerinde Nâzım Hikmet etkisi açıkça bellidir. Yurt sevgisini dile getiren ilk kitabı "Tebliğ"de bir yandan savaşa karşı çıkarken bir yandan da yoksul Türk insanını gerçekçi bir bakışla yansıttı. Bireysel dramı toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı. Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı, türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Savaş, yoksulluk, sürgünlük, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve lirizmle yansıttı. Çarpıcı bitişler, yinelemeler, iç uyaklar ve ses uyumları belli başlı şiirsel biçimleri. 1940'lı yılların toplumsal gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı.


KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET TELLİ

1946’da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğdu. Hasanoğlan ve Pazarören öğretmen okullarında eğitim gördü. Bir dönem köy öğretmenliği yaptı. Ardından Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Anadolu’da çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 12 Eylül’den sonra uzunca bir süre tutuklu kaldı. 1960 sonrası toplumcu gerçekçi şiirimizin ikinci kuşağında yer alan özgün şairlerden. İsmet Özel'den sözcük seçimi ve ses tonu bakımından etkilendi. Romantik ve başkaldırıcı şiiriyle bir yandan da Attilâ İlhan'a yakın durduğu söylenebilir.
KAYNAK



http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET OKTAY

21 Ocak 1933’te Ankara’da doğdu. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı. Ankara'da İstatistik Genel Müdürlüğü'nde (bugünkü DİE) görev yaptı. 1961'de Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda "parlamento muhabiri" olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Ankara Ekspres, İktisat ve Piyasa, Vatan gibi gazetelerde muhabir olarak çalıştı. 1975’te İstanbul Radyosu'na geçti. Siyasal iktidar değişince TRT’den istifa ederek önce Akajans, ardından da Dünya gazetesi haber müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1978’de yeniden TRT’ye döndü. 1982’de emekliye ayrıldı. Daha sonra Milliyet gazetesine geçti. 1993'te yazıişleri müdürlerinden biri olduğu Milliyet’ten de ayrıldı. Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiirleri, 1949-1950 arasında "Gerçek" dergisinde yayınlandı. İlk yazısı 1950'de "Güney" dergisinde çıktı. "Dişi Kurt" adlı oyunu 1974'te Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelendi. 1950'lerde yazdığı şiirlerde Ahmed Arif'ten etkilendiği gözlenirken, 1960'lardan sonra toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni'ye yöneldi. Zengin sözcük dağarcığını destansı bir söyleyişle ustaca değerlendirdi. Şiirinin olgunluk döneminde biçim gösterilerine kaçmadan yalın bir teknikle yazdı.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET NECDET

1933 yılında Bursa İnegöl’de doğdu. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi. Anadolu’nun çeşitli kentlerinde öğretmenlik yaptı. Ardından akademik alana yöneldi. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde profesörlüğe yükseldi. Öğretmen ve öğretim üyesi olarak binlerce öğrenci yetiştirdi. Ege Üniversitesi’nde Beşeri ve İktidası Coğrafya Profesörü iken emekliye ayrıldı. Bilimsel çalışmalarının yanısıra şiirle de ilgilendi, çeviriler yaptı. Başlangıçta alışılagelmiş biçimler ve söyleyişlerle romantizmin ağır bastığı şiirler yazdı. Attilâ İlhan-Cemal Süreyya etkisiyle modern şiire yöneldi. Son dönemde özellikle gazel türünde özgün, başarılı şiirler yazdı.

KAYNAK



http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET NADİR CANER

1925’te İçel’in Tarsus ilçesinde doğdu. Lise öğretiminden sonra İstanbul, Tarsus ve Silifke’de basımevi işletti. Gazete ve dergiler çıkardı. Birkaç yıl Özgörü adlı bir edebiyat dergisi yayımladı. Daha sonra Ankara ve İstanbul’da gazetecilik yaptı. Yazı işlerinde çalıştı. Gazete yönetiminde görev aldı. 1972’de Türk Dil Kurumu’nun "Basın Dil Ödülü"nü kazandı. "Basın Onur Kartı" sahibi Caner, 19 Şubat 1977’de İstanbul’da yaşamını yitirdi.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET MUHİP DIRANAS

1908'de İstanbul’da doğdu (Bazı kaynaklara göre 1904 Sinop). 21 Haziran 1980'de Ankara’da yaşamını yitirdi, Sinop’ta gömüldü. İlkokulu Sinop'ta okudu. Ankara'ya gelerek, öğretmenleri arasında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın da bulunduğu Ankara Erkek Lisesi’nden 1930'da mezun oldu. 1930-1935 arasında Ankara'da Hakimiyet-i Milliye gazetesinde çalıştı. Anadolu Ajansı, Türkiye İş Bankası yönetim kurulu üyeliği, Devlet Tiyatrosu Edebi Kurul Başkanlığı gibi üst düzey bürokratik görevler yaptı. İlk şiiri "Bir Kadına" 1926'da "Muhip Atalay" imzasıyla Milli Mecmua'da yayınlandı. Servet-i Fünun, Varlık, Çığır, Ataç, Yücel, Oluş, Ülkü, Şadırvan, Yeni Lisan, Hisar dergilerinde yayınlanan şiirleriyle Cumhuriyet döneminin etkin şairleri arasına girdi. Hecenin Beş Şairi ile Garip Akımı arasında yer alır. İlk şiirlerindeki Baudelaire etkisinden sıyrılarak dil ve üsluba ağırlık verdi. Şiiri plastik bir söz bütünü haline getirene kadar yoğuran bir şair oldu. "Olvido", "Kar", "Fahriye Abla" bu oluşumun önemli ve yıllardır unutulmayan örnekleri. Dıranas, Orhan Veli ve arkadaşlarının çıkışından sonra unutulmaya başlanan hece şairleri arasında geçerliliğini yitirmeyen, bir süre sonra da yeniden yüceltilen tek şairdir.


KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET KUTSİ TECER

1901'de Kudüs’te doğdu, 1967’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1929'da İstanbul Darülfünun'u (üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Bir süre Sivas ve Ankara'da edebiyat öğretmenliği yaptı. Sivas Milli Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. 1939'da Seyhan (Adana), 1943'te Urfa milletvekili seçildi. 1947'de Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürlüğü'ne atandı. 1949'da Paris'e kültür ateşeliği ve öğrenci müfettişliği göreviyle gönderildi. 1950’de UNESCO Merkez Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Yurda döndükten sonra Galatasaray Lisesi, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ve Belediye Konservatuvarı'nda dersler verdi. Bu görevi ölümüne kadar sürdürdü. Hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiirleri 1921-1925 arasında "Dergah" ve "Milli Mecmua" gibi dergilerde yayınlandı. Varlık, Oluş, Yücel, Türk Düşüncesi, Türk Dili ve bir ara kendisinin yönettiği "Ülkü" dergisindeki şiirleriyle tanındı. Hece ölçüsünde yeni olanaklar aradığı şiirinde zaman zaman lirik bir dille kişisel duygularını aktardı.


KAYNAK
http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET HAŞİM

1884’te Bağdat’ta doğdu, 1933’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğlu. Çocukluğu Bağdat’ta geçti. 12 yaşında annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okudu. Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisiydi. 1907'de mezun oldu. Bir süre Reji İdaresi'nde çalıştı. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam etmeye başladı. İzmir Sultanisi Fransızca öğretmenliğine atandı. Hukuk eğitimini bırakıp İzmir'e gitti. 1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yaptı. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedeksubay olarak geçirdi. Mütareke'den sonra İstanbul'a döndü. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yaptı. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verdi. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalıştı. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazdı. 1928'de böbrek rahaksızlığının tedavisi için yurtdışına gitti ama iyileşemeden döndü. Şiire lise öğrenciliği yıllarında başladı. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamid, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

AHMET HAMDİ TANPINAR

23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. Kadı Hüseyin Fikri Efendi'nin oğlu. Baytar Mektebi'ni bırakarak girdiği Darülfünun-ı Osmani'nin (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nden 1923’te mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara'daki liselerde öğretmenlik yaptı. Gazi Terbiye Enstitüsü'nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat dersleri verdi. 1933'ten sonra İstanbul'da Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirildi. 1942 ara seçimlerinde CHP'den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi, üniversitedeki görevinden ayrıldı. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisinde tekrar derse girmeye başladı. 1949'da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Adını ilk kez "Altın Kitap" dergisinde yayınlanan "Musul Akşamları" şiiriyle duyurdu. Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayınlandı. Hece vezniyle yazdığı bu ilk şiirler, imge zenginliklikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çeker. Edebiyat Fakültesi'nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı'dan çok etkilendi. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal'den çok Ahmet Haşim izleri görülür.

KAYNAK


http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

ABDÜLHAK HAMİT TARHAN

2 Ocak 1852’de İstanbul’da doğdu. Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın torunu, tanınmış tarihçi ve Tahran Büyükelçisi Hayrullah Bey'in oğlu. Kısa süre Rumelihisar Rüşdiyesi’ne devam etti. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahaeddin Efendi'den özel dersler aldı. 1862’de 10 yaşındayken ağabeyi ile birlikte Paris’e babasının yanına gitti. Bir süre Paris'te eğitim gördükten sonra 1864'te İstanbul'a döndü. Yaşının küçüklüğüne rağmen Bab-ı Ali’de tercüme odasına katip olarak girdi. Bir yıl sonra Tahran Büyükelçiliği’ne atanan babasıyla birlikte İran’a gitti. Farsça öğrendi. Babasının 1867’de ölümü üzerine İstanbul’a döndü. Maliye Mühimme Kalemi’ne girdi. Şûra-yı Devlet ve Sadaret kalemleri'nde çalıştı. 1871'de Fatma Hanım'la evlendi. 1928’de İstanbul Milletvekili seçildi ve ölünceye kadar milletvekili olarak kaldı. 12 Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezarı Zincirlikuyu’da. Şiire 1870'lerde başladı. Ebüzziya Tevfik, Recaizade Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezai, Namık Kemal gibi Tanzimat döneminin yeni edebiyatçıları arasında yer aldı. Yurtdışı görevleri nedeniyle Batı edebiyatçılarını yakından tanıdı, onların etkisinde kaldı. Divan edebiyatı nazım birimlerinin dışına çıkmayı denedi. Dize ve uyak düzeninde değişiklikler yaptı. Divan şiiri konularının dışına çıkmayı denedi. Şiirlerine günlük yaşamı, doğa ve insan ilişkilerini konu aldı. Lirik, epik ve felsefi şiirler yazdı. Manzum tiyatro oyunları da kaleme aldı. Ancak bunlar sahnelenmekten çok okunması amacıyla yazılmış oyunlardı. Yaşadığı dönemde Türk edebiyatının en büyük şairi sayıldı ve "Şair-i Âzam" ya da "Dahi-i Âzam" unvanı verildi.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda.html

TARIK BUĞRA

Roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı Tarık Buğra 26 Şubat’ta kanser tedavisi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde öldü, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tarık Buğra 2 Eylül 1918’de Akşehir’de doğdu. Ortaokulda Rıfkı Melûl Meriç’in, yatılı okuduğu İstanbul Lisesi’nde Pertev Naili Boratav’ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. 1936’da Konya Lisesi’nden mezun oldu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. İki yıl sonra Hukuk Fakültesi’ne, oradan da Edebiyat Fakültesi’ne geçti. Mezuniyet tezini vermeden ayrıldı. Gazeteciliğe 1947’de Akşehir’de babası Nazım Bey’le birlikte Nasreddin Hoca gazetesini çıkararak başladı. 1951’den sonra Milliyet, Vatan, Yenigün, Yeni İstanbulve haftalık Yol gazetesinde yazdı. Bu gazetelerin bazılarında yazı işleri müdürlüğü yaptı. Tercüman gazetesindeki köşe yazarlığından 1976’da ayrıldı, zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Devlet Tiyatroları’nda Edebi Kurul Başkanlığı’nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. Tarık Buğra ilk piyeslerini ve yAlnozların Romanı’nı askerliği sırasında yazmıştı. Ama adı, bir iddia üzerine üç satte yazdığı “Oğlumuz” adlı hikâyesinin 1948’de Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik kazanmasıyla duyuldu. 1949’da yayımladığı ilk hikâye kitabı Oğlumuz’u, 1952’de Yarın Diye Bir Şey Toktur, 1954’te İki Uyku Arasında, 1964’te Hikâyeler izledi. Kasaba yaşantısından, orta sınıf ,nsanların ev ve aile ortamlarından kesitler verdiği hikâyelerinde, yoğun, şiirli bir dille aşk, yalnızlık, uyumsuzluk gibi temaları işledi. Olay örgüsünden çok iç gerçekliğe ağırlık verdi. 1955’te çıkan siyah Kehribar’la romana geçti. Kurtuluş Savaşı’na merkezden değil, bir kasabadan baktığı Küçük Ağa’da (1963) yakın tarihe resmi tarih anlayışının dışına çıkan bir yorum getirdi. Bu romanın devamını 1967’de Küçük Ağa Ankara’da adıyla yayımladı. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) adlı romanlarında da Cumnuriyet’in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Ortaouyncusu “Komik-i şehir” Naşit’in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş’in Rüyası ile 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık’la 1985 Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, Yağnur Beklerken’le Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü’nü aldı. 1991’de declet sanatçısı seçildi. Birey özgürlüğünü savunduğu Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html

NECİP FAZIL KISAKÜREK

1905 yılının 25 Mayıs'ında İstanbul'da doğdu.Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyükbabasının İstanbul Çemberlitaş'taki konağında geçti. Maraş’lı bir soydan gelen şair, ilk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Heybeliada’daki Bahriye Mektebin'de (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin pek çok ünlüleri vardı: Yahya Kemal, Ahmet Hamdi(Akseki), İbrahim Aşki gibi... İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Koleji, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı (1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatının en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz.Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergilerle düşünce hayatımıza kattığı zenginlik ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi (1936,17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ve kimi zaman da bulunan bahanelerle birkaç yılda bir hapse mahkum oldu. Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır.Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferaslarla büyük ilgi topladı. Başta İdeologya Örgüsü (1959) olmak üzere düşünce eserleriyle kültür hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir.1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.Necip Fazıl Kısakürek, 1983 yılının (doğduğu gün olan) 25 Mayıs'ında vefat etti

KAYNAKhttp://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html

AHMET HAŞİM

1884 yılında Bağdat'ta doğmuştur. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur. 12 yaşlarındayken annesinin ölümü üzerine babasıyla İstanbul'a gelmiştir (1891). Bir yıl kadra Nümune-i Terakki Mektebi'nde okumuş sonra Mekteb-i Sultani'ye (Galatasaray) geçmiştir (1897). Galatasaray'ı bitirdikten (1906) sonra Reji İdaresi'ne girmiş, aynı zamanda Hukuk Mektebi'ne kaydolmuştur. Haşim, İzmir Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yapmış (1908-1910), Maliye Nezareti'nde, Düyun-u Umumiye'de çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı boyunca yedeksubay olarak orduda bulunmuş, savaşın bitiminde İstanbul'a yerleşmiş, İaşe Müfettişliği'nde bulunmuş ve Osmanlı Bankası'nda çalışmıştır.Ahmet Haşim, Cumhuriyetin ilânından sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik, Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca dersleri vermiştir. Uzun süre Akşam gazetesinde fıkralar yazmıştır. 1932 yılında böbrek rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a giderek tedavi görmüş, 4 Haziran 1933 tarihinde ölmüştür.Yazın YaşamıHaşim şiirle ilgilenmeye Galatasaray'da okurken başlamıştır. Okuldaki öğretmenleri arasında Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Galatasaray'da Haşim'in Ahmet Samim, Orhan Şemsettin, Hamdullah Suphi, Emin Bülend, İzzet Melih, Ahmet Bedî gibi edebiyatsever gençlerle bir grup oluşturduğunu yazmaktadır. Ahmet Haşim, Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret etkileri taşıyan ilk şiirlerini 1900-1912 yılları arasında Mecmua-i Edebiye (burada çıkan ilk şiiri "Hayali Aşkım"dır (1900) Aşiyan, Musavver Muhit dergilerinde yayımlamıştır. Yetiştiği yıllarda Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, Servet-i Fünun, Resimli Kitap, Rebap gibi dergilerde yazmıştır. Daha sonra Dergâh dergisinde toplanan sanatçılar arasına katılmıştır. Dergâh'da yayımlanan ilk şiiri "Bir Günün Sonunda Arzu"dur (1921). Aynı yıl ilk kitabını çıkarmıştır: Göl Saatleri.Haşim'in gençlik döneminin önemli bir şiiri olan "Şiir-i Kamer" i değerlendirirken Hisar şunları yazmaktadır: "Haşim'in bütün hayatı boyunca devam eden kafiye yanlışları da bu tarihte başlar. 'Şiir-i Kamer' o zamanki dilimizde kullanılan eski farîsî ve arabî kelimelerle doludur. Edebiyat-ı Cedide şairlerimizin yazdıklarından daha eski bir zamana uyarak, daha eski bir edâya dalar ve daha şahsî bir hususiyetle çağıldar".Tanpınar, Haşim'in gerek şair gerekse estet olarak genç kuşak üzerinde geniş etkisi olduğunu belirtmekte ve şöyle demektedir: "Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına, Haşim'in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsüsmüzde 'Piyale' ve 'Şi'r-i Kamer' şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında yazdık."YapıtlarıŞiir:Göl Saatleri (1921), Piyâle (1926)Öteki yapıtları:Bize Göre (1928), Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Frankfurt Seyahatnamesi (1933)



KAYNAKhttp://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html

MEHMET RAUF

(1875 - 23 Aralık1931) Türk edebiyatında ilk psikolojik roman örneği sayılan Eylül (kitap)'ün yazarı olarak tanınır.1875'te İstanbul'da doğan Mehmet Rauf, Bahriye Mektebi'ni bitirdikten sonra, staj için Girit' e gitti. Bir süre İstanbul' da sefaret gemilerinin irtibat subaylığını yaplı. Subaylıktan ayrıldıktan (1908) sonra geçimini yazarlıkla sağladı. Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başladı. On altı yaşındayken yazdığı bir öykü İzmir' de Halit Ziya Bey'in (Uşaklıgil) çıkardığı Hizmet gazetesinde yayımlandı.Servet-i Fünun yazarlarıyla tanışma olanağı buldu ve Edebiyat-ı Cedide topluluğuna ilk katılanlardan biri oldu. 1900 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilen Eylül romanında, varlıklı ailelere mensup kahramanlar çevresinde gelişen bir aşkı, geniş psikolojik tahlillere de yer vererek anlattı. Roman geniş yankılar uyandırdı ve Türk edebiyatının ilk psikolojik roman örneği sayıldı. Romanlarının çoğunda aşk ve kadın konusunu işleyen Mehmet Rauf'un üslubu ve dili, döneminin yazarlarına oranla daha açık ve özentisiz olarak değerlendirilir. Genç Kız Kalbi (1911), Ferdayı Garam (913), Karanfil ve Yasemin (1929) romanlarından birkaçıdır. Ayrıca öyküler ve oyunlar da yazmıştır.Mehmet Rauf 23 Aralık 1931'de öldü. Cenazesi 25 Aralık’ta, Abdülhak Hamit (Tarhan), Hüseyin Cahit (Yalçın), Selim Sırrı (Tarcan) ve Celal Sahir (Erozan) beylerin de katıldığı bir törenle, Maçka' daki aile mezarlığına defnedildi.


KAYNAKhttp://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html

SÜLEYMAN NAZİF

(1870Diyarbakır - 4 Ocak1927İstanbul] Şair ve yazar.Öğrenimini özel yollardan gerçekleştirdi. 1887'de Paris'e kaçmak zorunda kaldı. Aynı yıl tekrar geri döndü. 1915'te devlet memurluğundan ayrılıp tüm zamanını yazarlığa ayırdı. İstanbul'un işgalini sert dille eleştirince İngilizler tarafından Malta adasına sürüldü. Orada 20 ay kadar kaldı. Dönüşünde bir süre daha yazmaya devam etti. 1927'de zatürreden öldü. Edirnekapı mezarlığına gömülüdür.

KAYNAK

http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html

AŞIK VEYSEL

Aşık Veysel Şatıroğlu
Aşık VeyselBen giderim adım kalırDostlar beni hatırlasınDüğün olur bayram gelirDostlar beni hatırlasınCan bedenden ayrılacakTütmez baca, yanmaz ocakSelam olsun kucak kucakDostlar beni hatırlasın...Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde "Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; b****** adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel'in Ali adında bir ağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel'in kotu kaderine. Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz sairleriyle dolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babası Veysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotu oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, *******n memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel'e. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızı varmış Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler. Bu karisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel'e. Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söyler olmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u, Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı. Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce bir tek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini o yetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir is yapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?" demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olan bizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören bir insandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakat karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calip söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunu ışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonra yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır.

KAYNAK


http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-tr/4155-yazarlarimiz-ve-hayatlari-turk-yazarlari-ve-haklarinda-2.html